13 Şubat 2016 Cumartesi

Üçüncü ve Dördüncü Kök İnsan Irkı

Gerçek insanlar olacak Üçüncü Kök İnsan Irkı, yerkürenin geniş kıtaları ve özellikle Lemurya üzerinde gelişti. Fiziksel form yoğunlaşır ve sertleşirken, ikinci ırkın sonlarında ve üçüncü ırkın başlarında artık hücre bölünmesi yoluyla çoğalma yeterli olmamaya başladı. Hücre bölünmesi yerine, bitkilerin eşeysiz üremelerindeki sporlar gibi, beden dışında yumurta küreleri gelişti. Üçüncü ırk gelişmeye devam ettikçe, bitki sporları benzeri bu yumurtalar hayvan yumurtalarına benzer nitelikler kazandı.

Böylece insanlık, cinsiyetsiz ya da aseksüel olmaktan çift cinsiyetliliğe doğru evrimleşti; organlar geliştirdi, beden örtüsü kalınlaştı ve bedeninde kemikler üretti. Çoğalma yöntemi ve iskelet yapısındaki değişikliklerden sonra cinsiyetleri tamamen ayrılmaya başladı. Önce bir insanda bulunan iki cinsiyetten birisinin baskın olması ve daha sonra erkek ve dişinin tamamen ayrılması şeklinde.

(Teosofi’deki cinsiyetlerin ayrılması, tek tanrılı dinlerde Âdem’in kendi bedeninden Havva’nın yaratılmış olmasına benziyor!)


Birinci ve ikinci ırklar için insan demek doğru olmasa da, en azından, ilerideki insanın temeliydiler.

Cinsiyetin ayrılmasıyla insan, evriminde kritik bir noktaya geldi: Karşıt kutupların kuvvetlerinin; Ruh ve Madde’nin, pozitif ve negatifin, erkek ve dişinin dengeli bir birleşimi oldu. Dev büyüklükte ve maymun benzeri olmasına rağmen, insan formuna ve arzulara, bir “arzu beden”e kavuştu. Sıra, “Tanrı gibi olma, iyiyi ve kötüyü bilme” için bilgi edinme çabasına gelmişti. Günahsız ve bilinçsizlikten, akılla donatılmaya, kötülüğün kaynağı olan maddeye; toprağa ve çamura bulaşma ve yine de mükemmel insan olma yolunda ilerlemeye devam etme zamanı…

İnsanın yedi unsurundan alt dörtlüsü tamamlanmıştı: Fiziksel beden, astral beden, yaşam bedeni ve arzu bedeni. Şimdi bu bedenlerin üzerine beşinci unsur olan Akıl; insanı en üst iki unsuru olan Evrensel Ruh ve Yüksek Benliğe bağlayacak ruh bekleniyordu.
..

..
..
..
..
..

Üçüncü kök insanlarının zamanında, hayvanlar cinsel yoldan çoğalmaya başladılar. Üçüncü Kök Irk insanları da, “Onlar gibi yapalım, birleşelim ve yaratalım. Dzyan Dizeleri II.31” dediler.

Öyle de yaptılar.

Lemurya kıtasında yaşayan akılsız üçüncü ırkın kocaman gövdeli dişi hayvanlarla birleşmesinden, yine akılsız yaratıklar ortaya çıktı. Dört ayak üzerinde yürüyen, kırmızı tüylerle kaplı canavarlar vardı şimdi. Kocaman cüsseli ama akılsız, ruhsuz ve dilsiz üçüncü ırk insanları, yarattıkları bu yaratıkların sorumluluğunu alamazlardı. Çünkü akılsızdılar.

Maymunlar ya da maymun benzeri canavarlarla insanların aynı atadan geldiklerini savunan Darwinist teoriye teosofinin verdiği cevap şudur: Akılsız ucubelerin doğmasına neden olan üçüncü ırk, o dönemde zaten insan değildi …

Kibirleri yüzünden insanı insan yapacak ruhu vermeyen melekler, akılsız insanların yarattığı karmaşayı görünce, ağladılar ve ‘akılsızlar bizim daha sonra gireceğimiz bedenleri bozdular. Gelin diğerlerinin bedenlerine girelim ve onlara doğrusunu öğretelim de daha kötüsü olmasın’ dediler. Dzyan Dizeleri. II-33-34

Öyle de yaptılar.

Ancak, girdikleri bedenler; hayvanlarla birleşmelerden doğan ve fizyolojik olarak bozuk bedenlerdi.

İşte burada, ırklar arasındaki düzey farklılıkları ortaya çıkıyor. Örneğin Gizli Öğreti’nin yazıldığı zamanlarda (1888 yılı) hızla yok olan Avustralya yerlileri (Aborijin?), bazı Afrika ve Okyanusya kabilelerinin farklı oluşu gibi.

Gizli Öğreti, insanlarla ilgili olarak şunları savunmaktadır:

1- Çoklu köken.

2- Normal üremeden önce çeşitli üreme şekilleri.

3- İnsanların hayvanlardan oluştuğu şeklindeki Darwinist düşüncenin aksine; hayvanların, özellikle memelilerin insandan önce değil, insandan sonra ortaya çıktıkları.

Çoklu köken fikrine itiraz eden Darwinist düşünceye şu söylenebilir: İnsanlık bir anne-babadan mı türedi? Herhangi bir şahit bulamayacağımıza göre, kesinlikle bilemeyeceğiz demektir. Yine de, çoklu köken alternatifi daha mantıklıdır.
..

..
..
..
..
..
..
..

Madam Blavatsky, kök insan ırklarının çoğalma yöntemlerinin bilimsel bulgulara da uygun olduğunu belirtmekte ve Dr. Oscar Schmidt’in (1823-1886) “Darwinizm Doktrininin Çöküşü” adlı eserindeki sınıflandırmaya uygun olarak, ırkların çoğalma yöntemlerini şöyle özetlemektedir:

Bölünme: Hücre çekirdeğinin ikiye bölünerek hücre duvarının dışına çıkması ve bağımsız bir hücre olarak çoğalması. Birinci kök insan ırkı.

Tomurcuklanma: Ana yapının küçük bir parçasının yüzeyin dışına çıkması ve ana yapıdan ayrılarak kaynak organizmanın büyüklüğüne erişmesi. İkinci kök insan ırkı.

Çift cinsiyetlilik: Erkek ve dişi organlarının aynı bireyde bulunması. İkinci ve erken üçüncü kök ırkı.

Normal cinsel birleşme: Üçüncü kök ırkın sonları.

...

..
..
..
..

Dünyanın Yüce Ruhsal Lideri de, insanlığın evrimini gözetmek, insanlığı eğitmek ve rehberlik etmek üzere bulunduğu soyut ruhsal boyuttan ayrılıp yeryüzünde dilediği gibi bedenlenecek ve Orta Asya’da Gobi Çölünün altında, efsanelerdeki gizli bölge olan Shambala’da kalacaktır.

Dördüncü ırktan önce hayvanlarla birleşip çeşitli anormal yaratıkların doğmasına neden olan insanlardan gelen soyları gören ruhsal varlıklar, günahkâr ilişkileri yasakladı. Günahkâr olanları temizledi; hayvan-insan karışımı olan kırmızı ve mavi ırkları yok etti.

Kırmızı ve mavi renklerini genetik olarak atalarından almış olan ve bazan iki ayak üstünde ve bazan da dört ayaklı olarak yürüyen yarı- insanlar, insansı maymunlar değil; Avustralya’nın bazı ilkel kabilelerinde olduğu gibi, insandılar. Çünkü insansı maymunlardan değil, insan canavarlardan doğmuşlardı. Zoolojide Catarrhini ve Platyrrhini olarak adlandırılan gerçek primatlar çok daha sonra, Atlantis’in yok olmasından hemen önce ortaya çıktılar: Orangutanlar, goriller ve şempanzeler. Bunlar, daha az gelişmiş primatların tamamen fiziksel evrimleri sonucudurlar. Damarlarında insana ait bir damla bile kan yoktur.

Dördüncü Irk, konuşma yeteneğini geliştirdi. Dördüncü ırka gelinceye kadar; birinci ırkta hiç ses yoktu, ikinci ırk sadece sesli harfler çıkarabiliyordu, üçüncü ırk doğadaki garip sesleri taklit edebiliyordu; böceklerin ve hayvanların sesi gibi. Yine de, konuşamayan ya da “tek dudakla konuşabilen” üçüncü ırk, şehirler inşa edebiliyor ve gelecekteki uygarlıkların tohumunu ekiyordu.

Konuşma yeteneği olmayan Lemuryalıların, başlarının arkasında üçüncü bir gözleri vardı. Bu “Üçüncü Göz”, etraflarındaki düşünceleri konuşma olmaksızın, sezgi yoluyla algılayabilmelerini sağlardı.

..

Polyphemus
Odesa Destanı’nda Tanrı Poseidon’un oğlu Polyphemus da, tek yüzlü ama üç gözlüdür. Çünkü efsanelerde, Üçüncü Göz, hatalı olarak yüzün ön tarafında gösterilmiştir.
Başlangıçta, her tür ve her soydan yaşayan varlıklar çift cinsiyetli ve tek-gözlüydüler. Hem hayvanlarda ve hem de insanlarda, bedenin tam olarak gelişmediği dönemde; üçüncü göz dediğimiz göz, sezgisel olarak da olsa görmeye yarayan tek gözdü. Mitolojide Tepegöz ya da tek gözlü devlerin dayanağı bunlardır.

..
..
..
..
..
..

Üçüncü göz kaybolmuş olmasına rağmen, arkasında bir zamanlar var olduğunu gösteren bir şahit bıraktı. Üçüncü Göz’ün yerinde bugün, beyinde bulunan ve uyarıldığı zaman durugörü yeteneği sağlayan pineal bezi (pineal gland) vardır. Ancak, pineal bezin doğru ve emniyetli kullanımının yöntemi insanların genelinden daima saklanacaktır. Çünkü insanlar bencil, ahlâksız ve güç açlığı içerisindedirler.

Pineal Bez, beyinde 3. ve 4. ventrikülleri birleştiren aquaductus sylvius’un başlangıcının hemen üzerinde ve bir sapla 3. ventrikülün arka duvarına bağlı, 5-9 mm uzunluğunda bir organdır.
 

(Antik Mısır Tanrısı Ra’nın sembolü olan ve sürekli olarak her an her şeyi görme, bilme, gözetme ve izlemeyi temsil eden ”Ra’nın Gözü” sembolünün pineal bezle olan benzerliğine dikkat ediniz.)


Pineal bezin ana görevi, çevresel uyarıları nöroendokrin tepkilere dönüştürmektir. Uyarılar ışık, nem, sıcaklık, antijen, koku ya da magnetik alan gibi dış uyarılar olduğu gibi; psikolojik stimulus, otoantijenler ve kanser hücreleri gibi iç uyarılar da olabilmektedir.

Diğer yandan, mistik anlamda insanda soyut kavramların başladığı yer olduğu ve işlevinin düşünsel yaşama boyut atlatmak olduğu düşünülmektedir.

Dördüncü kök ırk olarak, Atlantisliler gelmektedir. Atlantisliler önce Lemurya’da iken buradan dağılarak Atlas Okyanusunda, Platon tarafından “Atlantis” olarak adlandırılan kıtaya yerleşmişlerdir.

Gerek Lemuryalılar ve gerekse Atlantisliler bugünkü modern insanın görüntüsünden uzak, dev yapılı insanlardır. Konuşma ve lisan Atlantisliler devrinde geliştirilmiştir.

Atlantisliler devrinin ortalarına karşılık gelen bir zamanda, yüce varlıklar için “insanlığa açılan kapı” tamamen kapatılmıştır. Bundan sonra insanlar, kendi evrimlerini kendileri tamamlamak zorunda kalmışlardır. İnsanlığa açılan kapının kapanması, artık hiçbir ruhsal varlığın insan bedenine girmeyeceği anlamındadır.

Atlantisliler, bu kıtada, alt soylar olarak dağıldılar ve birbirlerine karıştılar. Dağıldıkları bölgelerdeki ilk soy ay-renkliydi (sarı-beyaz); ikinci, altına benzer sarı; üçüncü, kırmızı. Kahverengi olan dördüncü soy, daha sonra siyah oldu.

Her soyun ilk yedi nesli aynı renkte olmasına rağmen, yedinci nesillerinden sonra karıştılar; renkleri de karıştı.

Atlantisliler muazzam şehirler inşa ettiler ve büyük bir uygarlık ve kültür geliştirdiler. Ama hiçbir şey, olması gerektiği gibi gitmedi. Gurur, hırs ve bencil arzular artmaya başladı. Artık “akılsız” olmaktan çıkmış Atlantislilerin bazıları, kasıtla ve istekle henüz akılla donatılmamış ilk Lemuryalılarla birleşerek bu kez yine canavarımsı yaratıklar meydana getirdiler.

Yanardağlardan püsküren lavlardan, dağlardaki mermerlerden ve yeraltı madenlerinden kendi bedenlerinin heykellerini yaparak onlara taptılar.



Şimdi Atlantisliler, görünen fiziksel yaşamın coşkusuna kapılmış durumdaydılar. İçlerindeki saf ve ruhsal ilahî kavramın yerine; kendi bedenlerine tapan Atlantislilerden bazıları sihirbazlık, kara büyü ve özellikle cinsel kara büyü ritüelleri uygulayarak bugünkü dünyanın kötülüklerinin kaynağını oluşturdular.

Hem Lemuryalılar ve hem de Atlantisliler, büyük bir çöküş içine düştüler. Zamanı gelince Lemurya volkanik faaliyetler ve depremler nedeniyle sulara gömülerek yok oldu. Üçüncü kök ırktan insanlığın daha sonraki devirlerine kalan, Pasifikte Paskalya adasındaki dev heykellerdir.


(Paskalya Adası, Büyük Okyanus’un güneydoğusunda, Şili Cumhuriyetine bağlı küçük bir adadır. Adanın en önemli özelliği, Moai denilen, uzunlukları 20 metre ve ağırlıkları 50 tonu bulan dev heykellerdir.

Heykellerin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir.

İlginç bir başka nokta, konuşma yeteneği olmayan Lemuryalılardan bugüne kalan nadir ada halkının; Pascuan olarak adlandırılan ve dünyanın başka hiçbir yerinde kullanılmayan bir dili kullanmakta olmaları ve bu dilin, sadece 10 sessiz ve 5 sesli harften oluşmasıdır.
 


Çok yakın zamanlarda bu adada yapılan kazılarda, şimdiye kadar sadece başlardan oluştuğu sanılan dev heykellerin toprağa gömülü olan bedenlerinin de bulunduğunu anlaşılmıştır.)


Atlantis’in tamamen sular altında kalarak yok olmasına kadar, çeşitli adaların kademeli olarak batması devam etti ve sonunda, “üçüncü göz yeteneklerini kaybetmemiş” kutsal olanların kurtarıldığı, kutsal olmayanların yok edildiği” son batış gerçekleşti.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder