13 Şubat 2016 Cumartesi

ÖLÜM SONRASI

Ölüm sonrasında; içimizdeki ruhsal benliğimiz dünyada kazandığı unsurları üzerindeki giysileri çıkarır gibi birer birer terk eder. Daha önce belirtildiği gibi, bu yedi unsur, alttan başlayarak şöyledir:

- Fiziksel beden (Sthûla Sharîra)
- Astral Beden (Linga Sharîra)
- Yaşam-Can (Prâna)
- Arzu (Kama)
- Akıl-Kişisel Ruh (Manas)
- Evrensel Ruh (Buddhi)
- Yüksek Benlik (Atma)

Ölüm anı ve fiziksel bedenin sonu

Bu yüzyılda, klinik olarak ölü olarak değerlendirilmiş olmalarına rağmen yeniden canlılığını kazanan birçok kişinin deneyimleri incelenmiştir. Çeşitlilik göstermekle birlikte, tipik olarak yaşanan ve Ölüme Yakın Deneyimler (Near Death Experiences) olarak adlandırılan bu deneyimlerin ortak yönlerinin olduğu gözlemlenmiştir.

Dayanılmaz olarak niteledikleri ağrılar çekenlerin birçoğu, bedenlerindeki ağrının gittiğini ve bir rahatlama hissi duyduklarını söylemişlerdir. Bazı hâllerde ölümden dönenler fiziksel bedenlerinden bir şekilde ayrıldıklarını ve kendi bedenlerini, örneğin bir yatak ya da bir ameliyat masasında ya da bir trafik kazasından sonra yolda yatarken görmüşler; bedenlerinin dışında oldukları halde onu nasıl algılayabildiklerine şaşırmışlardır. Bazan çaba gösterdiklerini gördükleri doktorlarla konuşmaya çalışmışlar ama bir tepki alamamışlardır. Görünüşe göre, başkaları onları görememektedir; orada değillermiş gibi ya da görünmez gibidirler.

Bu gibi durumlar ne rüya ve ne de halisünasyondur; çünkü yeniden kendilerine geldikleri zaman ortamda neler olduğunu, neler konuşulduğunu tüm detaylarıyla hatırlamaktadırlar. Hatırladıkları şeylerin gerçek olduğu onaylanmaktadır da. Bir diğer ortak nokta, geçirilen ömrün çocukluktan başlayarak tüm detaylarıyla gözlerinin önünden geçmesidir.

Yine birçok durumda, ölüme yakın deneyimler yaşayan kişiler bir tür engelle ya da tünelle karşılaşmaktadır. Bazı kişiler, ilahî olarak niteledikleri, ışıktan oluşmuş bir varlıkla karşılaşmışlardır. Bu kişiler, karşılaştıkları varlıklar için müthiş bir sempati duymakta; geçmiş yaşamın deneyimleri bazan bu ilahî varlığın yanında gözden geçirilmektedir. Bu gözden geçirmede en ufak bir eleştiri ya da suçlama dile getirilmemektedir.


Görülen bu varlıklar, melek gibi varlıklar değil, doğrudan, insanın kendi özbenliğidir.


Deneyim yaşayanların çoğu büyük bir mutluluk ve huzur duymakta ve yaşama yeniden dönmeyi istemese de, aile ya da bitirilmesi gereken görevler gibi nedenler yüzünden dönmek zorunda olduğunu hissetmektedir ya da karşılaştıkları varlıklar, henüz zamanının gelmediğini söylemektedir.

Ölüme yakın deneyimler yaşadıktan sonra dönen kişilerin dünyaya bakış açıları değişmekte, o günden sonra dünya yaşamının sadece bir eğitim olduğunu düşünmeye başlamaktadırlar.

Ölüm anında her insan, geçmiş yaşamının tümünün, tüm detaylarıyla gözünün önünden akıp gittiğini hisseder. Çok kısa bir süre için kişi, asıl ruhsal kişiliği ve her şeyi bilen egosu olur. Ne kadar kısa olsa da bu süre, yaşamı süresince doğurduğu tüm nedenler zincirini göstermeye yeterlidir. Kişi şimdi kendisini görür ve hiçbir aldatma ve yanıltma olmaksızın kim olduğunu bilir.

Yaşamını yukarıdan bakan bir izleyici gibi izler ve katlandığını düşündüğü tüm eziyetlerin nedenini anlar. İnsanın son anında, belleğinde depolanmış ve unutulmuş tüm anılar yeniden yaşanır. Doktorların ya da etraftakilerin kişinin öldüğüne karar verdikleri anda bile; gerçek kişilik beyinde hâlâ meşguldür, beyin hâlâ düşünmektedir.

(Ünlü Fransız kimyacı Lavoiser’in; ne derece gerçek olduğu bilinmese de, 1794 yılında, giyotinle başının kesilmesinden sonra gerçekleştirdiği göz kırpma deneyini hatırlayın.)
Yaygın bir inanış, bir insanın doğumundan öncesini ve doğumunu, bir önceki yaşamının son anında baskın olan arzusunun belirlediğidir. İşte bu nedenle, gelecekteki gelişimimize olumsuz etki etmemesi için davranışlarımızı denetlememizin ve tüm yaşamımız boyunca tutku ve arzularımızı kontrol altında tutmamızın gerektiği söylenir.

Hiç kimse bilinçsiz ölmez. Deliler ve beyin kusurları olanlar bile. Nabzının son atışından ve kalbinin son çarpmasından hayvansal ısının bedenini terk etmesine kadar beyin düşünmekte ve ego, tüm yaşamını yeniden gözden geçirmektedir.

Siz, ölen birisinin yanında ve ölümün huzurunda olanlar, fısıltıyla konuşun! Özellikle ölüm bedeni almak için elini uzattığında sessiz olun. Geçmişin perdesi üzerine düşen sahnelerin yeniden yaşandığı anı bozmayın ve ölenin düşüncelerini rahatsız etmeyin-Mahatma Mektupları.

İnsan bedeni sürekli olarak bir çürüme ve yeniden inşa etme işlevi sürdürür. Anne rahminde sürekli olarak yeni ve taze malzemeler yüklenmektedir. Her saniye bedende küçücük moleküller ölmekte ve başka küçük moleküller bedende yer almaktadır. Dışarıya atılan atıklar çevreye dağılmakta ve canlı ya da cansız yeni oluşumların hammaddesi olarak kullanılmaktadır; çünkü her şeyin fiziksel temeli aynıdır.

Kimya ve fizyoloji bilimleri geleceğin iki büyük sihirbazı olacak ve insanların gözünün önemli gerçeklere açılmasını sağlayacaktır. Her geçen gün; hayvanla fiziksel insan, bitkiyle insan, yılanla yuvası, kaya ile insan arasındaki ortak unsurlar ortaya çıkacaktır. Varlıkların tümünün fiziksel ve kimyasal bileşiminin aynı olduğu anlaşıldığında, söz gelimi bir yılan balığı ile bir insanı oluşturan malzemenin aynı olduğu da anlaşılacaktır. Her parçacık, ister organik ister inorganik olsun, bir yaşam’dır.

İnsanın Yaşam (Prâna) bütünlüğüne bağlı olan fiziksel bedenin molekülleri ve hücreleri, bedensel yaşam süresince insanla ortamı arasında köprü oluştururlar. Bedende kontrol ve organizasyon görevini yapamaz hâle geldiklerinde bir zamanlar mükemmel olarak organize edilmiş olan bedeni parçalamaya başlarlar. Ölümde; hücreler parçalanmaya, birbirlerine zarar vermeye başlarlar.

Bilim, insanı yaşam unsuru denilen gizemli bir gücün geçici olarak birleştirdiği atomlar bütünlüğü olarak ele alır. Canlı ve ölü bir beden arasındaki tek fark, birincisinde yaşam veren gücün aktif olduğu, ikincisinde ise gizli ve pasif olduğudur. Bu güç bulunmadığı ya da gizli olduğu zaman; moleküllerdeki yaşam kıvılcımları daha yüksek bir çekime kapılarak uzayda dağılırlar. Bu dağılma ölüm olarak adlandırılır ama, ölü bedenin tüm molekülleri çok yoğun bir enerji taşırlar. Ölü bedendeki moleküllerin enerjisi olmadığı takdirde cesedin de asla çürümeyeceği açıktır.

Yaşam’ın aracı, Astral Bedendir. Yaşam kıvılcımının yukarıda sözü edilen gücünün artık bedenin işlevini sürdürebilmesine yeterli olmadığı durumlarda Astal beden çekilir ve fiziksel bedenle arasındaki kordon kopar. Bu işlem, durugörü sahipleri tarafından kolaylıkla izlenebilmektedir.

Gümüş Kordon olarak adlandırılan bu bağ koptuğu zaman, insan fiziksel bedenini terk etmekte ama tamamen yok olmamaktadır. Unsurlarından sadece bir tanesini üzerinden çıkartarak atmıştır.

 


Ölüm sürekli bir soyunma ve kabuk atmadır. İnsanın ölümsüz yönü bir yılanın derisini atması gibi, dış kabuklarını birbiri ardına teker teker çıkarmakta ve daha üst bilinç düzeylerine yükselmektedir. Bedenden bu kaçış ve bilinçli varlığın Astral boyutta ya da Akıl (Manas) boyutunda kalması kişinin dünyadaki yaşam sürecinin doğurduğu nedenlere bağlıdır.

Yaşamı süresince astral beden fiziksel bedenden tamamen kopamaz. Ölümde, kendisinin bilinçli bir varlık olduğunu ve “yaşam”ın, sadece bu fiziksel bedene dayalı olmadığını anlar.

İnsan, et ve kemiğin kendisine sadece bir hapishane olduğunu bilirse, ölümsüz benliğine kavuşmak için kabuklarından kurtulmaktan da korku duymaz. Bazıları, ölmekte olan bedenin üzerinde mor bir sis yükseldiğini, yavaş yavaş bedenin üzerinde bedenin aynı olan bir şekil oluşturduğunu ve henüz bedene kordonla bağlı olduğunu görmektedir.

İnsan her şeyden önce ilahî bir varlık, ilahî yaşamın bir kıvılcımıdır. Bu ilahî varlık, doğarken kendisine içine gireceği giysiler örer ve Yüksek Benlik (Atma) – Evrensel ruh (Buddhi) - Akıl (Manas) üçlüsünden oluşan özü daha sonra ışınlarını sırasıyla daha yoğun olan maddeler olan Arzu bedene, Astral bedene ve en sonunda fiziksel bedene gönderir. İşte ölümden sonra bu zincirlerinden ve kabuklarından kurtulmak için yoğun bir şekilde çaba gösterir.

İnsan özündeki yapısını bilir ve kendisini çevreleyen hapishanenin kapısını zaman zaman açarak ölümsüz ve ilahî unsurlardan oluşan üçlüsünü görebilirse, kapıyı ölüm açtığında da, nasıl bir yere girmekte olduğunu bilir. Bilinci öyle gelişir ki; yaşamın bedenle ve maddî varlıkla sınırlı olmadığını, kendi özünün ölümsüz olduğunu, dünyadaki yaşamda sadece kısa bir süre kalacağını, fiziksel bedeninde canlı olarak görünse de kendisini saran kabukların verdiği ağırlık yüzünden aslında daha pasif hâle geldiğini anlar.

Doğumda, parlamakta olan güneşten ayrılarak bedenin içindeki alacakaranlığa girer ama ölümde, alacakaranlıktan çıkarak yine güneşe kavuşur. Bedeni kabuk olarak değerlendirirsek ölüm tüm korkunçluğunu yitirir ve kabuğumuzdan çıkınca özgür ve dimdik ayakta kalırız.

İçinde tanrının ışığını taşıyan insan; dünyada hayvansal içgüdüler de taşır. İçindeki tanrı ona bilgelik verirken, içgüdüleri ona hayvansı eğilimler verir. Onun görevi, hayvansı içgüdüleriyle savaşmak ve tanrısal unsurlarına kavuşmaktır.

Yaşam kıvılcımı tarafından astral bedenin aracılığıyla bir arada tutulan fiziksel beden ölünce, molekülleri ve hücreleri başka formlar oluşturmak üzere dağılırlar. Çözünme süreci, yok olma değil, dağılmadır.


Astral bedenin sonu :

..
..
..
..
..
..
..
..
..
..
..
..
..
..
..

İlahî Üçlüye ruhsal katkıda bulunamayan çok ender kişiler haricinde herkes, Arzu boyutundan sonra er ya da geç, Devachan’a gelecektir.
Geçici Cennet’e giriş, arzu boyutundaki uykunun bitiminden hemen sonradır. Varlığın geçmiş yaşamını ikinci kez hatırlaması, arzu boyutunun bitiminden cennete girişten önceki bekleme süresinde yavaşça gerçekleşir. Önceleri mükemmel ve tam olarak hatırlanamasa da, daha sonra tüm detaylarıyla hatırlanır. Geçmiş yaşamdan getirilmiş anıların içine ruh, ağır ağır ve bir suya batar gibi dalar. İlk gününden dünyanın terk edilişi olan son gününe kadar tüm anılar yeniden “yaşanır”. Tümü, egonun ruhsal gözü önünden sırasıyla teker teker geçer ama bu anıların içinden sadece ego tarafından önemli sayılanlar seçilerek; diğerleri ebediyen yok olmaya ya da yeniden arzu boyutuna ve arzu kabuğuna dönmek üzere atılır.

Bir insanın iki fotoğrafının bile birbirinden farklı olduğu gibi, Devachan’da da hiçbir durum birbirinin aynı değildir. Devachan’daki şartlar tamamen; terk edilen dünya yaşamında yaşananlar tarafından belirlenir. Renksiz ve donuk bir yaşam süren kişilerin Devachan’daki durumları da renksiz ve donuk olacaktır.

Bir baba, bir koca, bir öğrenci, bir vatansever, bir Hristiyan, bir Budist…ne ve kim olursa olsun; cennetteki yaşamında fiziksel yaşamının etkilerini ve deneyimlerini değerlendirecektir. Hiçbir zaman ektiğinden daha fazlasını biçemez; hiçbir zaman biçtiğinden daha fazlasını yiyemez.

Fiziksel dünyada pasif ve sönük bir yaşam süren bir kişinin ruhsal gelişimi de gecikecektir. Çünkü ektiği az olduğu için biçtiği de az olacaktır.

Ruh, fiziksel yaşamında edindiği deneyimleri değerlendirecek ve Devachan’dan sonra yeniden dünyaya dönerken daha güçlü bir ruhla dönecektir.

Akıl/Kişisel ruh (Manas), Evrensel Ruh ve Yüksek Benlik (Atma)’ın oluşturduğu ilahî üçlü şimdiki bedensiz hâliyle daha özgürdür ve her doğuşunda değiştirdiği bedenleri olmaksızın asıl benliğine daha yakındır. Kişisel ruhunun gerçek evi burası ve gerçek kimliği de bu hâlidir. Bu gerçek kimliğinden zaman zaman fiziksel dünyaya doğmakta ve elde ettiği deneyim ve bilgileri kendisiyle birlikte yine Geçici Cennet’e getirmektedir. Gerçek kimlik, dünyada geçici bir süre sürgünde ya da hapiste gibi kalmakta ama her zaman asıl evine özlem duymaktadır.

İki tür bilinçli varlık olduğu belirtilmektedir: Fiziksel ve ruhsal. Fiziksel varlık, değişken ve geçici olduğu için bilincimiz açısından sadece bir görüntü-yanılsamadır. Ruhsal boyutlardaki yaşamlarımız yanılsama olarak değil, bir gerçek olarak algılanmalıdır; çünkü oradaki “Ben” değişmez ve ölümsüzdür. Asıl gerçek bu özlerdir ve fiziksel dünya sadece yanılsamadır.

Kaba fiziksel yapımız Geçici Cennet’te yoktur, fiziksel yapının doğurduğu kısıtlamalar yoktur; orada akıl kendi evindedir.

İstemek yaratmak, düşünmekse görmektir.

Bu bakımdan, ölüm, yeni ve daha iyi bir yaşama doğuştur. Mezarın ötesindeki yaşam gözyaşının, üzüntünün, iç çekmenin, öfkenin, şiddetin vb. olmadığı bir yaşamdır.

Geçici Cennet’te insanın uzay ve zaman kavramları yoktur. Oranın doğası insanı aldatmaz, oranın doğası dünyada olduğundan çok daha mutlu ve sevinçli şeyler sağlar. Oysa dünyada tüm kötü şartlar ve şanslar onun aleyhinedir.

Geçici Cennet’teki yaşamı rüyaya benzetmek saygısızlıktır; şu kadar ki eğer rüyaya benzese bile o rüya, fiziksel dünyaya ait bir rüya değil, ruhsal ve ilahî bir boyuta ait olacaktır.

Geçici Cennet’te insan, dünyadaki deneyimlerini özümseyecektir. Başlangıçta dünya deneyimleri güçlü olacak ve oradaki yaşamı da dünya yaşamının devamı niteliğinde olacaktır. Gittikçe, dünya deneyimleri önemini kaybedecek ve insan dünyayı sadece bir geçiş birimi olarak görecektir. İnsan, bir sarkaç gibi, doğumla ölüm arasında gidip gelirken kendisini, bilincini mükemmelleştirecek ve bir yerden sonra, yeni deneyimler edinmek için dünyaya yeniden doğmak zorunda kalmayacaktır. İşte şimdi, son dönüşümünün de zamanıdır ve artık, ilahî bir varlık olacak, bilincinde hiçbir değişim olmadan evrenin dilediği bölgelerine gidip yaratılışa katılabilecektir.

Geçici Cennet’teki her bireysel durum, geride bırakılan dünya tarafından şekillendirilmiş olacaktır. Ancak, Geçici Cennet’te dünyadaki gibi aptalca eylemler ve aptalca zaman kayıpları olmayacaktır.

Cennet’e giren ruhların, yeni doğmuş bir bebek gibi saf ve masum olmaları gerekmemektedir. Orada olmaları, içlerindeki iyiliğin kötülüğe baskın olmasından kaynaklanmaktadır. Karma yasası, bir sonraki doğumunda onu yine takip etmek üzere bir süreliğine geriye çekilmekte, sadece insanın getirdiği iyi davranış ve niyetleri, sözleri ve düşünceleri kalmaktadır. Günahı olanlar bile, Karma yasasına uygun olarak bedelini daha sonra ödeyeceklerdir ama cennette, sadece ödül olacaktır. Cennettekiler, kendisinden önce gitmiş olsun ya da henüz dünyada olsun, sevdikleriyle birlikte, mutlu bir rüya gibi neşeli, masum ve aktif bir yaşam süreceklerdir.

Dünyada birçok kez bedenlenen insan ruhunun; fiziksel yaşamlarının sadece birinde bir diğer insan ya da insanlarla arasında oluşturduğu bağın, sonsuzluk denebilecek kadar uzun yıllar boyunca aynı güçte kalıp kalamayacağı da bir tartışma konusudur:

Bebeğini ilk kez kucağına alan bir annenin o bebeğe olan bağı mükemmel görünür. Eğer bebeği ölürse, annenin özlemi ona yine bir bebek olarak sahip olmaktır. Ama o bebek yaşar ve olgunlaşırsa annenin korumacı sevgisi ve bebeğin tutunma içgüdüsü değişecek ve aralarında yeni bir bağ kurulacaktır. Anne yaşlı ve çocuğu artık olgun bir insan olduğunda roller değişecek, bu kez çocuk, artık onun yardımına ihtiyaç duyacak anneyi koruyacaktır. Aralarındaki bağ tek yönlüyken şimdi bir başka yönden de desteklenmiş ve daha da güçlenmiş olacaktır.

Ruhlar arasındaki bağlar da aynı şekilde, birçok fiziksel yaşamlarda birbirlerinin değişik yönlerini tanıyarak daha da güçlü olacaktır.

Birbirleriyle birlikte olma arzuları sürdüğü müddetçe.
Ölüm insanların ruhsal bilinçlerini değiştiremez. Ölümün yapabildiği sadece, birbirlerini seven kişilerin fiziksel ve geçici alt unsurlarını ayırmakla sınırlı kalacaktır. Ruhsal sevgi ölümsüzdür ve Karma, er ya da geç birbirlerini sevenlerin yine aynı ailede yeniden doğmalarını sağlayacaktır.

Lamaizm de denilen Tibet Budizminin öğretilerinde de şöyle bilgiler var:

Sevilenlerle kastedilen, genelde şimdi içinde yaşadığınız dünyadaki sevdikleriniz. Aynı kişiler ölümünüzden sonra, cennette, daha önceki birçok yaşamlarınızdaki sevdiklerinizden farklı olabilir. Ya da örneğin, yaşamlarınızın birinde birlikte yaşadığınız ama nefret ettiğiniz birisi, bir başka yaşamınızda çok sevdiğiniz birisi de olabilir.

Her kişisel ruhun kendine özgü titreşimi vardır. Kimlik numarası gibi. Titreşimi değişmez, tüm yaşamlarında aynı kalır.. Titreşimleri birbirlerine uygun olan ruhlar birbirlerini çekerler.

Cennetteki yaşama dönersek; oradaki yaşam monoton bir yaşam olmayacaktır. Mutluluğun milyarlarca farklı formları olacaktır. Her ikisi de mutlu oldukları halde, dürüst bir işçiyle dürüst bir milyonerin mutluluk tanımları ve ortamları da farklı olacaktır. Daha doğrusu, bir piyanistle bir ressamı, bir işçiyle askeri mutlu edecek şeyler farklı olacaktır.

Cennetteki yaşamda her şey gerçektir ama yine her şey, dünyadaki rüyada olduğu gibi sadece kendi aklımızın ürünü olacaktır.


Cennette geçen süre, ortalama olarak yaklaşık 1500 yıldır. Her bir insan için ana kural, dünyada geçirilen her yıl için 100 yıldır. Örneğin 50 yaşında ölen birisinin cennette kalma süresi 5000 yıl etmektedir. Buna rağmen, iki doğum arasında burada geçirilen sürenin ortalamasının düşük olması, cennete gelenlerin büyük bir çoğunluğunun, maddeci doğalarından ötürü kendilerinde ruhsal bir haz alma yeteneği geliştirememiş olmaları ve fazla kalmak istememeleridir.


Dünyaya dönüş
Sonunda, cennette edinilen deneyimler tamamen özümsendiğinde ruh yeniden fiziksel boyuttaki maddi yaşamı özler. Ruh şimdi dünyaya yeni bilgiler ve deneyimlerle geri dönmeye hazırdır. Cennetteyken, dünyada sevdiğimiz ve kullandığımız yetenekleri soyut ve ideal yetenekler olmaları şartıyla daha da geliştirmek mümkündür. Müzik, resim, şiir vb.

Cennette geçirilen süre ne kadar olursa olsun, ruh, şimdi daha da artmış olan deneyimlerini ve cennette kazandığı yeteneklerini fiziksel dünyaya getirecektir.
..

..
..
..
..
..
.
(Anlaşıldığı kadarıyla; teosofi öğretisinde insanların yaşarken yaptıkları kötülükleri ya da işledikleri günahları cezalandıracak yöntem, tek tanrılı dinlerdeki cehennem azabı ya da cehennem kavramlarından çok farklı. Ölüm anında ve cennete girmeden önce insan ruhu, son ve daha önceki fiziksel yaşamlarını tüm detaylarıyla kendisi hatırlıyor. Bir anlamda, kendi yaptıklarını izleyip değerlendiren, neden ve sonuç ilişkilerini gören yine kendisi. Olsa olsa, arzu boyutunda; ruhunu fiziksel arzulardan kurtarma çabasındayken yarı-uyku halinden kısa bir süre uyanmıştır.


Yine de, kötülük ve günahlarından hiçbir şekilde kurtulma imkânı yok. Yeniden doğuşunda, önceki yaşamının doğurduğu karma etkilerini yüklenip gelecek dünyaya ve karma yasasının doğurduğu neden-sonuç ilişkilerini dengelemedikçe, ölüp yeniden doğmak zorunda kalacak. Bu, kötülüklerin cezasının da yine fiziksel dünyada çekileceği anlamına geliyor.


Ne dünyadan başka bir cezalandırma yeri var, ne de insanın kendisinden başka bir cezalandırıcı.)

Doğumlar ve ölümler böylece birbirlerini izleyerek sürüp gidecek, Yaşam Çarkı dönmeye devam edecektir. Ta ki, reenkarnasyon döngüsü kırılıncaya ve gerçek insan hiçbir ölümlünün doğru tanımlayamayacağı Nirvana’ya ulaşıncaya kadar...

Nedir bu Nirvana?


Nirvana, doğumlar ve ölümlerden oluşan yaşam döngüsünden kurtulmadır. Aklın; arzu, nefret ve yanılsamalardan tamamen arındırılarak ulaşılan bir huzur hâli. Yanılsamadan oluşan fiziksel dünyadan kurtulma; ilahî ve ebedî kaynakla yeniden birleşme hâli.


Bir hâl… Bir yer değil.

..
..
..
..
..
..
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder