13 Şubat 2016 Cumartesi

ÖNSÖZ




Bu digital kitap, Madam Blavatsky’nin Dzyan Kitabı'na dayanarak 1888’de yazdığı Gizli Öğreti adlı eserde verilen bilgilerin, dilimizde ana hatlarıyla ve mümkün olduğunca anlaşılabilir biçimde ilk anlatımıdır.


Kitapta; evrenin oluşumu ve evrimi, Dünya ve insanlığın kökeni ve geleceği; gezegen zincirleri içinde dünyamızın yeri, insan ırkının ilk kez yaratıldığı eski zamanlardan bugüne kadar gelen insan ırkları, eski Lemurya ve Atlantis kıtaları, ölüm ve sonrasının detayları ile ölümle yeniden doğuş arasında neler olduğu hakkında tutarlı ve öz bilgiler bulacaksınız.


Birçok ülkede “Madam Blavatsky” olarak tanınan Helena Petrovna Blavatsky, 1831 yılında Ukrayna’da doğmuştur.




Spiritualist, yazar ve medyum Madam Blavatsky, uzun yıllar boyunca Asya, Avrupa ve Amerika’ya seyahat etmiş, kendi ifadesine göre Hindistan ve Tibet’te de Hindu Bilgelerin gözetimi ve eğitimi altında çalışmıştır.
Bu çalışmalar sırasında; Tibetli Gelugpa Lamalarının sorumluluğunda titizlikle saklanan, çok eski tarihlerden kalma, gizli ve Sankristçede “Dhyâna- Mistik meditasyon” ya da “Meditasyon yoluyla aydınlanma” anlamına gelen Dzyan Kitabı’nı inceleme fırsatı da bulmuştur.
İnsanlık tarihinin en eski el yazması kutsal metinlerinden birisi olan Dzyan Kitabı, ateşten, suyun ve küflenmenin neden olacağı çürümeden etkilenmeyen ve zamanımızda bilinmeyen Senzar dilinde yazılmış olan tomarların bir bölümünden oluşmaktadır.
Tomarların malzemesi, yaşı ve kim tarafından yazıldığı bilinmemekte; kayıp Atlantis kıtasından kaçarak Orta Asya’ya yerleşen bilge kişiler tarafından yazıldığı tahmin edilmektedir.
Dzyan Kitabı, Tibetli Gelugpa Lamaları tarafından muhafaza edilen ve toplam olarak 35 ciltten oluşan Kiu-Te adlı kitapların gizli tutulan ve evrenle insanlığın kökeni ve evrimi hakkında bilgi veren bölümleridir. Bu bölümler, kitapların diğer ciltlerinden ayrı ve gizli olarak Shigatse’de Panchen Laması tarafından saklanmaktadır.
Şiirsel bir dille yazılan Dzyan Kitabı, dizelerden ve işaretlerden oluşmaktadır. Yazı ve işaretlerin ana teması, evrenin ve insanlığın kökeni ve evrim aşamalarıdır.
Bir din kitabı olmamasına rağmen, eski zamanlarda bilgeler tarafından başta Sankristçe olmak üzere günümüzde bilinen dillere de çevrilmiş, içerdiği bilgiler Japonya, Hindistan ve Çin’e ulaşmıştır. Kutsal sayılan en eski İbranice metin olan “Siphrah Dzeniouta”, Çin’de ilk kutsal kitap “Shu-king”, Mısır’da “Thoth- Hermes”, Hindistan’da “Puranalar” ve Babil’de “Sayıların Kitabı”; az ya da çok, Dzyan Kitabından derlenmişlerdir.
Trans-Himalaya Kardeşliğine bağlı olan ve Madam Blavatsky’yi eğiten Bilgeler, onun Batı’ya giderek, izin verildiği kadarıyla, bu öğretileri dünyaya yaymasını istemişlerdir.
Madam Blavatsky, bu amaçla 1873 yılında yerleştiği Amerika Birleşik Devletlerinde ilk olarak “Isis Unveiled-Peçesiz İsis” adlı eserini yayınlayarak, kendi zamanındaki bilim ve dini eleştirmiştir.
İlahî Bilgelik anlamına gelen teosofi kavramını ilk kez ortaya atarak, bu alandaki çalışmaları yaymak ve geliştirmek için 1875 yılında New York’ta; Henry Steel Olcott, William Quan Judge ve diğerleri ile birlikte Teosofi Cemiyeti’ni kurmuştur.
Teosofi; insanlığın ve etrafımızda bizimle yaşayan canlıların Tanrı tarafından verilen potansiyeli birlik, uyumluluk ve barış içinde kullanabilmelerini amaçlamaktadır.
Teosofi hareketi o tarihten bu yana, tüm dünyaya yayılmıştır. Bugün ABD, İngiltere, Kanada ve Hindistan’da teosofi çalışmalarını sürdüren birçok dernek, esas olarak Madam Blavatsky’nin öğretisini ve şüphesiz Mahatma ya da Master denilen Üstadların/Bilgelerin inanç çizgisini sürdürmektedir.
Teosofiyi doğuran el yazması kutsal metinler arkaik çağlardan bu yana hiç değişmeden kalmış ve birçok mitolojik ve dini inancın özünü oluşturmuştur. Tomarların tümü birlikte; bilgi, talimatlar ve rehberlik içeren mükemmel bir bütünlük oluşturmaktadır.
Madam Blavatsky 1888 yılında, en önemli eseri olan “Secret Doctrine-The Synthesis of Science, Religion and Philosophy / Gizli Öğreti - Bilim, Din ve Felsefenin Sentezi” kitabını İngilizce olarak yayınlamıştır. Bu eserinde, ezoterik Dzyan Kitabı’ndaki dizeleri açıklamaktadır. Dzyan Kitabı ve içerdiği bilgilerin “ezoterik” olarak nitelendirilmesi; Yunanca kaynaklı sözcükle ifade edilen bu kavramın tanımına uygun olarak, sıradan ve konuyla ilgisi olmayan kişilerle paylaşılmaması, belirli bir grubun içinde tutularak sadece grup üyelerine ve belirli bir disiplin içinde öğretilmesinden kaynaklanmaktadır. Esasında çekinilen şey, bilgilerin öğrenilmesi ve yayılması değil, bilgisiz kişiler tarafından tam olarak anlaşılmayıp çarpıtılmasıdır.
İki ciltten oluşan Gizli Öğreti’nin birinci cildinde evrenin kökeni, ikinci cildinde ise insanlığın kökeni ve evrim aşamaları detaylarıyla anlatılmaktadır.
O zamandan beri teosofi tüm dünyada yayılmış; Teosofi Derneklerinin kesin bir dille aksini iddia etmelerine rağmen, yaklaşık bir yüzyıl sonra ortaya çıkan “New Age Movement-Yeni Çağ Hareketi” de bu bilgilerden esinlenmiştir.
Gizli Öğreti kitabı, aralarında Albert Einstein, Mahatma Gandhi ve Dalai Lama’nın da bulunduğu kişilerden büyük kabul ve destek görmüştür.
Gizli öğreti bir din değildir. Madam Blavatsky’nin deyimiyle; öğretiler Hindu, Zerdüşt, Babil, Mısır, Budizm, İslam, Musevî ve Hristiyan dinlerinin hiçbirisine ait değildir; ama hepsinin özüdür.
Bu yüzden, Madam Blavatsky Gizli Öğreti’yi yazarken, inceleme fırsatı bulduğu Dzyan Kitabı dizelerinin gerçekleri ifade ettiğini dünyaya kanıtlama amacı gütmüş ve kitabında neredeyse tamamen, mitolojiden başlayarak diğer dinlerdeki karşılıklarını anlatmıştır.
Bu kitapta Gizli Öğreti’nin başka dinlerdeki izlerini özellikle ihmal ettim ve sadece öğretinin –ne olduğunu- anlatmaya çalıştım. Çünkü hedef aldığım kitle, şimdiye kadar dinler tarihi ya da teosofiyle ilgilenmiş kişiler değil; sadece okumaktan, düşünmekten ve sorgulamaktan hoşlanan kişilerdir. Binlerce sayfalık bilginin bu kadar küçük bir kitaba sığdırılmış olmasının nedeni budur.
Aslında; Madam Blavatsky’nin ve Gizli Öğreti’sinin Türkiye’de tanıtılmasında, bu üçüncü aşamadır. 1980 yılında yayınlanan “Dzyan Kitabı- Kadîm Kutsal Öğreti” adlı kitapta Dzyan kitabının evrenin ve insanlığın kökeniyle ilgili 19 kıtası verilmiş; 2008 basımı “Madam Blavatsky ve Gizli Öğreti” adlı kitapta da ağırlıklı olarak Madam Blavatsky tanıtılarak yine aynı dörtlükler, bu kez günümüz Türkçesiyle verilmiştir. Büyük bir ihtimalle bundan sonra, elinizdeki kitaptan da daha ileri düzeyde bilgi veren kitaplar yayınlanacaktır.
Evren ve insanın kökenlerini ve evrim aşamalarının ana hatlarını anlatan bu kitapta bütünlüğün de sağlanabilmesi için, hepimizin zihninde çözülemeyen bir soru olarak sakladığımız ölüm ve ölüm sonrasını da ekledim. Ölüm sonrası için Madam Blavatsky’nin özel olarak yayınladığı bir kitap olmadığından, onun düşüncelerinden sapmayacak şekilde, bir başka teosofistin, aynı dönem birlikte çalıştıkları ve daha sonra Teosofi Cemiyetinin başkanlığını da yapan arkadaşı İngiliz Teosofist Bayan Annie Besant’ın “Death and After- Ölüm ve Sonrası” kitabı başta olmak üzere Madam Blavatsky ile aynı dönem teosofistlerin çeşitli dökümanlarını esas aldım.
Kitabını esas aldığım Bayan Annie Besant (1847-1933); Amerikan Teosofi Derneğinin çalışmalarına katılmış, Teosofi Derneğinin başkanlığını da yapmış, ünlü filozof Jiddu Krishnamurti'yi o henüz 13 yaşındayken fark ederek eğitimini üstlenmiş olan teosofist, sosyalist ve kadın hakları savunucusudur.
Kitabı okurken, evrenin ve dünyanın oluşumundan başlayarak insanın yaratılışı ve evrimine, daha sonra ölümü sonrasına kadar uzanan zevkli ama çok zor bir yolculuğa çıkacak ve bugüne¸kadar aklınıza takılan ve cevaplanamayan birçok sorunun tutarlı yanıtlarını bulacaksınız.
İlk bakışta anlayamadığınız, inanamadığınız ve hatta saçma bulacağınız yerler olacaktır. Sorun etmeyin, bir kenarda başvuru kitabı olarak bulundurun. Farkında olsanız da olmasanız da; bilinçaltınıza hoş bir duygu, gerçek bir rahatlama yerleşecektir.
Saygılarımla,
Lami Teksöz


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

BİRİNCİ BÖLÜM : EVRENİN KÖKENİ

Gizli Öğretinin Temelleri
Mutlak Bir ve Evren Öncesi
Farklılaşma ve Evrenin Başlangıcı
Ruhsal Varlıklar Hiyerarşisi
Güneş Sistemi ve Dünya

İKİNCİ BÖLÜM : İNSANIN KÖKENİ

Temel Kabuller
İnsanın Yedi Unsuru
İnsanlık Öncesinden Üçüncü Kök Irka Kadar Dünya
Üçüncü ve Dördüncü Kök İnsan Irkı
Beşinci Kök İnsan Irkı

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM . ÖLÜM VE SONRASI

Ölüm
Karma ve Reenkarnasyon
Ölüm Sonrası

Gizli Öğreti’nin Temelleri

"GERÇEKTEN DAHA ÜSTÜN BİR DİN YOKTUR."
 
Ezotorik felsefe, deneyimlediğimiz evrenin arkasında sadece tek bir gerçek olduğunda ısrar eder: Geçmişte, şimdi ve gelecekte olan ve olacak her şeyin kaynağı ve nedeni. Her şey, o Yüce Varlık’tan kaynaklandığı için her şeyin aslı da yücedir . En yüceden en ilkel görünene kadar evrendeki tüm olgular o Yüce Varlığın kendisidir, adları ve formları ne olursa olsun.

Bu temel Bir’lik teosofinin temelidir. Ruh ve maddenin, Tanrı ve insanın, iyi ve kötünün birbirlerinden ayrı olduğu ve sonuçta her zaman bir ikilik –dualite- oluşturdukları düşüncesinin Teosofide yeri yoktur. Teosofinin temel yasası, yıldızlardan tek bir atoma kadar doğada görünen tüm yapıların tek ve aynı olduğudur.

Madam Blavatsky’ye göre, Gizli Öğreti evrenin tam bir tanımını veremez. Belki sadece, gerçeğe yönlendirebilir. Yine de, Gizli Öğreti’nin anlaşılabilmesi için her şeyden önce dört ana fikrin gözden asla kaçırılmaması gerekir:

(a) Tüm varoluş, temelde bir’dir. Bu birlik, bir milletin ya da bir ordunun birliği, bir gezegenin manyetik güçler yardımıyla bir başka gezegenle bir olması gibi örneklerdeki genel birlik kavramından farklıdır. Varoluş, TEK ŞEY’dir, birbirleriyle ilişkili şeylerin birleşimi değil. Sadece bir varlık vardır ve bu varlık mutlaktır. Mutlak olduğu için onun dışında herhangi bir varlık olamaz. Bölünemez, çünkü bölünebilen şey mutlak olamaz. Eğer bir parçası bölünürse, kalan parçanın mutlak niteliği kaybolur ve kendisiyle bölünen parçası arasında kıyaslama sorunu olur.

Atom, insan ve evrenin her birisi ve tümü birlikte Mutlak Birliktir. Killi topraktan yapılan çeşitli eşyanın aslının yine kil olarak kalacağı gibi.



(b) Evrende ölü madde yoktur; her şey canlıdır. Uzayda boşluk olarak bilinen yerler de dolu ve canlıdır.


Metafizik düşüncenin aksine, 19. yüzyıla gelininceye kadar gök cisimleri arasında kalan uzay parçalarının tamamen boş olduğu düşünülüyordu. 19. yüzyıl başlarında, ışığın dalgalar halinde yayıldığı ortaya çıktıktan sonra, bu ışık dalgalarının, içinde hareket ettiği bir ortamın olması gerektiği savunularak boşluk olarak bilinen bu uzay parçalarına Ether adı verildi. Ether kavramı zaman zaman bilim insanları tarafından reddedilse de, 20. yüzyılda, başta Albert Einstein olmak üzere birçok bilim insanı tarafından kabul edildi.

Nobel ödüllü İngiliz fizikçi ve matematikçi Paul Dirac’ın (1902-1984) tanımıyla, Ether; nutrinolar içeren, yüksek enerjili parçaçık-altı ortamdır. Albert Einstein daha da ileri giderek; maddenin uzayın (Ether’in) yoğunlaşmasıyla oluştuğunu savunmuştur.

Yine de, Madam Blavatsky’nin Ether kavramı, bilimsel yaklaşımlardan farklıdır.

Blavatsky; Ether’in, evrensel yaratılışın tohumları olduğunu, maddenin gaz, sıvı ve katı hâllerinden farklı bir hâlinde olduğunu ve ateş, hava, su ve toprak gibi dört temel elementin yanında beşinci temel element olduğunu savunmaktadır.

İçinde meleklerin ve gök cisimlerinin alabalıklar gibi yüzdükleri bomboş ve cansız bir uzaydan ya da Ether’den söz edilemez. Sonsuz uzay, gök cisimleri, tek bir atom bile canlıdır ve temelde Mutlak Bir’in bir parçasıdır.

(c) İnsan Mikrokozmos’tur. Öyle olduğu için göklerin tüm hiyerarşisi onun içindedir. Aslında, Makrokozmos ya da Mikrokozmos ayrımı bile yanıltıcıdır; çünkü her şey TEK VAROLUŞ’tur. Büyük ya da küçük kavramları sadece kısıtlı bilinçler içindir.



(d) İçteki neyse, dıştaki de odur; büyük ne ise, küçük de odur, yukarıdaki neyse aşağıdaki de odur.


Madam Blavatsky’nin, şiirsel Dzyan Kitabı’ndan aldığı dizelere dayanarak aynı sırada hazırladığı eseri Gizli Öğreti’nin anlatımına geçmeden önce, aşağıdaki temel bilgilerin de verilmesi faydalı olacaktır.

1- Gerçek bir Teosofist, en yüce ilahî varlığı kişiselleştirmeyi ve ona insansı ya da fiziksel nitelikler atamayı dine ihanet ve saygısızlık sayar ve kişiselleştirilmiş –antropomorfik- bir Tanrı kavramının, O’nu sonsuzluktan sonlu düzeye çekeceğini düşünür.

Teosofi, ilahî gerçeğin mantıksız, tutarsız ve aptalca olamayacağını, bu yüzden; popüler din ve ruhçuluğun tüm inanç ve sistemlerinin ortaya çıkarılması ve sorgulanması gerektiğini savunur. Sorgulamadan kaçınmaz ve dinlerin asıl düşmanlarının, onun inançlarının mantıksız olanlarını sorgulamayanlar olduğunu belirtir.

En önemli konu; ister tek tanrılı, ister çok tanrılı ve isterse tanrısız olsun, tüm inançların temelinde bu evrenin nedeni ve kaynağının mutlak, sonsuz, kısıtlanamaz birisi ya da bir şey olduğudur. Tanrı kavramında bilinemezci (agnostik) ve ateistler bile, evrenin ve içerdiği şeylerin sınırlı değil, sınırsız ve sonsuz bir şeyden geldiğine inanırlar.

Teosofi öğretisi, Mutlak ve Sonsuz olan en yüce ilahî gücün herhangi bir formunun, kişiliğinin, adının; karakteri, duyguları, arzuları, cinsiyeti ve değişebilirliğinin olduğunu düşünmeyi mantıksız sayar.

En yüce İlahî Varlık, insan kavrayışını aştığı için hakkında hiçbir akıl yürütmenin mümkün olmadığı; her yerde ve her zaman olan, ebedî ve değişmez ana kaynaktır. Düşüncenin ulaşamadığı, “düşünülemez” ve “konuşulamaz”, görünen ve kısıtlı olan tüm varlıkların kaynağı Tek Mutlak Gerçeklik. Eskiden olan, şimdi olmakta olan ve gelecekte olacak olan her şeyin kökü: Mutlak Bir.

Mutlak Bir, Gizli Öğreti’de iki yönden sembolize edilmektedir. Bir taraftan, insan algısının yeterli olmadığı Mutlak Soyut Uzay; diğer taraftan, kısıtlanamayan bilinci temsil eden Mutlak Soyut Hareket.

Bizler için değişiklik, hareket ve algılayan birisi olmadan kavranamayacak Mutlak Soyut Uzay, “Yüce Nefes” olarak da adlandırılır ve Mutlak Bir’in sonsuz bilincini temsil eder. Algılayamadığımız için bizlerin hiçlik gördüğü uzayı düşüncelerimizde bile olsa geçtiğimiz zaman, ortaya birbirine karşıt olan iki kavram çıkar: Evrensel Ruh (ya da Bilinç) ve Madde; Özne ve Nesne.

Mutlak Bir’den başka bir tanrısal güç olmadığı için, evrenin nasıl oluşturulacağı gibi bir ön tasarımın ve fiziksel evrende bildiğimiz bilincin de, evrenin oluşturulmasından önce, her şeyin kökeni olan Mutlak Bir’de olması gerekir.

Diğer taraftan, bilinçten ayrı olarak, oluşturulacak evrenin fiziksel maddesinin özü ya da bir anlamda tohumu da, evren öncesinden Mutlak Bir ya da Yüce Nefes’tedir.

Açıktır ki, görünür evrenin ortaya çıkması için mutlak varlığın birbirine karşıt bu iki yönünün birleşimi şarttır. Kozmik madde olmadan, kozmik tasarımın ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü bilincin “Ben Ben’im” diyebilmesi ancak bir fiziksel madde aracılığıyla olur. Kozmik tasarım olmadan kozmik madde de boş ve soyut bir kavram olarak kalacaktır.

Görünür evrende ruhu maddeyle, özneyi nesneyle birleştiren, Batı inançlarında bilinmeyen güç, Evrenin Kökeni bölümünde değinilecek olan ve şüphesiz, yine Mutlak Bir’den kaynaklanan Kozmik Enerji’dir: “Fohat”. Fohat, evrensel tasarımdaki fikirleri evrensel maddeye “Doğa Yasaları” olarak yansıtan bir köprüdür. Tüm varoluşun rehber gücüdür ve evrendeki her atomu yaşama geçiren elektriksel kuvvettir.

2- Uzayın sonsuzluğu, birdenbire parlayıp sönen yıldızların ışığı gibi oluşup kaybolan gök cisimleriyle doludur. Gizli Öğreti’nin bu evrensel dönemsellik yasası, doğanın her tarafında görülebilir. Gece ve gündüz, yaşam ve ölüm gibi.

3- Tüm bireysel ruhlar Mutlak Bir’den yansıyan evrensel ruhun birer kıvılcımıdır ve aynı özellikleri taşırlar. Ancak hiçbir bireysel ruh, fiziksel dünyada evrimini tamamlamadan evrensel ruhla birleşemez.

Bireysel olarak her atom ve kollektif atomlar olarak her form, duyularımıza sadece geçici olarak etki eden yanılsamalardan ibarettir. Çünkü sürelidirler. Zamanı gelince çözünecekler ve yeniden o karanlık uzayda kaybolacaklardır.

Mutlak Bir’in her uyanışında verdiği nefesle oluşan ve daha sonra o nefesi yeniden içine çektiğinde kaybolan tüm fiziksel evrenin de bir yanılsamadan ibaret olması gibi...

4- Evrendeki her şey, bilinçlidir; kendi türüne ve kendi algı boyutuna özgü bir bilinçle donatılmıştır. Şunu unutmamalıyız ki, sırf bilinçli olduklarını gösteren bir şey algılayamıyoruz diye; örneğin taşların, bilinçsiz olduklarını söylemeye hakkımız yoktur.

Teosofi asla görünenin üzerinde durmaz, görünenin arkasında yatan görünmez gerçekleri arar.
 
 
 
 
 

 
 

Mutlak Bir ve Evren Öncesi


Dzyan Kitabı’nın evrenin kökeniyle ilgili dizeleri şöyle başlar:

“Ebedî Ebeveyn (Uzay), asla görünmez giysilerine bürünmüş olarak bir kez daha, yedi ebediyet boyunca uyumuştu. Dyzan Dizeleri I.1

Ruhsal ve fiziksel hiçbir şeyin henüz oluşmadığı dönemde, Ebedî Ebeveyn olarak nitelendirilen uzay; her şeyin, tüm evrenin nedenidir. Görünmez giysilerse, tüm maddenin ve evrenin mistik kökeni, kozmik öz madde.
Fiziksel evrenin oluşumundan önceki uzay, içinde hiçbir şey olmayan sınırsız bir boşluk değildir. Bilinç, evrenin tasarımı, ruhsal ve fiziksel her şeyin kökeni ondadır. Geçmişte ve şimdi olan, gelecekte olacak olan O’dur. Kendisinin başlangıcı ve sonu sonsuz, ama başlangıcı ve sonu olan her şeyin kökeni. O, Bir’dir.
Ezoterik düşüncedeki “Bir evren olsun ya da olmasın, bir tanrı olsun ya da olmasın, geçmişte olan, şimdi olan ve gelecekte olacak olan nedir?” sorusunun yanıtı şudur: “O! Uzay”; en yüce ilahî güç olan, değişmez Mutlak Bir.
Galaksilerden tek bir atoma kadar her ne varsa tümü, tek olan Mutlak Bir’i temsil eder. Varoluş tek bir şeydir; birbiriyle bağlantılı şeylerin toplamı değil. Sadece Mutlak Bir vardır.
Mutlak Bir, insan düşüncesinin sınırlarını aşar. Ebedîdir, çünkü ona ne bir başlangıç ve ne de bir son belirlenebilir. Sınırsızdır; çünkü onun dışı yoktur. Merkezi her yerde ama çevresi hiçbir yerde olan bir daire ile sembolize edilebilir. Değişmezdir; çünkü değişme gösterebilecek tüm niteliklerden bağımsızdır. Bölünemez; çünkü eğer bölünebilse birbirlerinden bağımsız parçalara ayrılması söz konusudur ve her bir parçanın mutlak niteliği kaybolacaktır.
Kişilik, karakter yapısı, duygu, istek, öfke gibi kavramların tümü de sonlu, sınırlı ve göreceli kavramlardır ve bunlar gibi kısıtlayıcı hiçbir kavram; Mutlak Bir’in sınırsız, sonsuz, değişmez ve mutlak yapısıyla bağdaştırılamaz. Bu bakımdan, “Tanrı bugün insan davranışlarından dolayı üzüntülü”, “Tanrı, yaşamınızda mutlu olmanızı ister”, “Tanrı’nın sizin için bir planı var”, “Tanrı, doğru edilen dualara yanıt verir” ve “Evren vardır, çünkü Tanrı öyle istemiştir” gibi cümlelerin teosofide anlamı yoktur.
Evren, Mutlak Bir’in periyodik olarak ortaya çıkmasıdır. Ruh ve maddenin oluşması, karanlıkta uyuyan Mutlak Bir’in yeniden uyanması olarak tanımlanır. Yeniden uyandığına göre bu uyuyuş ve uyanış ilk ve son kez oluşuyor denilemez.
Her zaman ve her yerde olan sonsuz yaşam, düzenli ve periyodik olarak kendini göstermekte, varoluş dönemi bittikten sonra yine o tanımlanamayan, bilinemeyen hâline dönmektedir. Mutlak Bir periyodik olarak “uyanmakta”; elementler, evren, güneş, gezegenler, bitki, hayvanlar ve insanlara kadar uzanan bir zincir sürekli olarak oluşmakta, fiziksel oluşumun tamamlanmasından sonra her şey ters yönde yükselerek Mutlak Bir’e geri dönmektedir. Bu özelliğine Büyük Nefes denilmektedir. Sonsuz yaşam nefes alıp vermekte ve bu süreç evreni oluşturup yeniden kendi içine çekmektedir.
Aktif ve pasif dönemlerine Mutlak Bir’in gece ve gündüzü olarak da bakılmaktadır. Sankristçede pasif dönem, Pralaya; aktif dönem Manvantara olarak adlandırılmaktadır.
Yedi ebediyet’le kastedilen, Mutlak Bir’in her pasif dönemi içindeki yedi alt dönemdir. Madam Blavatsky, Sankristçe kavramların
İngilizcedeki karşılıklarını bulmanın her zaman mümkün olmadığından yakınmakta ve “ebediyet” sözcüğünü kullanmak zorunda kaldığını belirtmektedir. Gerçekte, ebediyet ya da sonsuzluğun felsefî metafizikte pek bir anlamı yoktur. Çünkü hiçbir şey kalıcı ve sonsuz değildir. Mutlak Bir’in “uyuduğu” dönemlerin de belirli bir sonu vardır. Fiziksel evrende “ebedî” ile kastedilen de, evrenin yeniden çözünerek Mutlak Bir’in içinde kaybolacağı zamana kadar olan süredir. Mutlak Bir’in nefesini vermesiyle oluşan evren, Mutlak Bir’in nefesini yeniden içine çekmesiyle kaybolacaktır. Dolayısıyla, süre ne kadar uzun olursa olsun, evren “ebedî” değildir.
Mutlak Bir’in pasif ve aktif dönemlerinin süresi birbirine eşittir.
Pasif dönemin ve evrenin oluşumundan yok oluşuna kadar geçen aktif dönemin sürelerinin ne kadar olduğu çok gizli hesaplamalarla bulunmaktadır.
.
..
..
..
..
..
..
..
..
 
Mutlak Bir’in pasif olduğu, henüz varoluşun olmadığı dönemde zaman yoktur. Çünkü zaman, bilincimizin algıladığı olguların oluş sırasıdır ve aktif bir bilincin olmadığı yerde zaman kavramı da yoktur.
“Şimdi”, gelecek olarak adlandırdığımız süreyi geçmiş olarak adlandırdığımız süreden ayıran matematiksel bir çizgidir. Evrendeki hiçbir şeyin gerçek bir süresi yoktur. Çünkü hiçbir şey, saniyenin milyarda biri kadarki bir kısmında bile değişime uğramadan kalamaz. Bizlerin “şimdi” olarak adlandırdığımız zaman parçası, duyularımızla algıladığımız şeylerin gelecekten geçmişe giderken görünüp kaybolmalarından başka bir şey değildir. Aynı şekilde, bir elektrik kıvılcımının süresini de retinamızda yaptığı etkiyle algılarız. Gerçek bir kişi ya da gerçek bir madde, herhangi bir anda göründüğü gibi değil, görünüşünden kayboluşuna kadar olan süredeki tüm değişen şartlarının toplamıdır.
Tek olan uzaydan ebeveyn (anne ve baba) olarak söz edilmesi, uyanmakta olan Mutlak Bir’in hem ruh ve hem de madde özlerini içinde bulundurduğu içindir. Baba ve Anne, doğanın erkek ve dişi yönleridir. Fiziksel evrende iki karşıt grup olan ruh ve madde özleri birleşecek ve Oğul’u, evreni oluşturacaklardır. Ama Mutlak Bir’in henüz “uyanmadığı” dönemde, Baba, Anne ve Oğul üçlüsü henüz birliktedir.
Mutlak Bir’in –uyuduğu- dönemlerde evrensel bilinç de yoktur. Çünkü bilince sahip hiçbir varlık yoktur. Bilinç; düşünce, istek ve duyguların toplamıdır. Derin uykuda, fiziksel boyutta kendini gösterecek bir bilinç yoktur. Bu dönemde bilinç, Mutlak Bir’in içinde kaybolmuş soyut bir potansiyeldir. Sonsuz uzayda karanlık ve sadece karanlık vardır. Çünkü herhangi bir kaynaktan gelmedikçe, ışık algılamak da mümkün değildir. Ne olduğu bilinemeyen, uzay/zamanın dışında, fiziksel evrende yaşayanların bilmesi ve hakkında fikir yürütmesi mümkün olmayan Mutlak Bir, bir potansiyel olarak “uyumakta”, kendisini periyodik olarak açığa çıkaran değişmez yasaya uygun olarak, “uyanmak” için bir anlamda çalar saatin çalmasını beklemektedir.
 
    - Mutlak Bir’i periyodik olarak uyutup uyandıran değişmez yasa kimin yasasıdır?
         Kendi yasası... Başka hiçbir şey olmadığı için yasa koyucu da, yasa da kendisidir.
-Çalar saati belirli bir süre sonra çalması için “kuran” nedir?
 
Yine kendisi...Çünkü bu uyanışı, bu evren onun ilk uyanışı değil, -yeniden- uyanışıdır.
- Mutlak Bir, Tanrı mıdır?
       Hem hayır, hem evet...
      Hayır; çünkü Mutlak Bir, kişiselleştirilmiş –antropomorfik-, doğrudan yaratan, evrenin ve kullarının kaderlerine her an hükmeden, belirli bir forma, özellikle insan formuna bürünmüş, hoşnut olma ya da olmama gibi duygusal tepkiler gösteren bir tanrı değildir. Çünkü sayılan tüm bu özellikler, Mutlak Bir’e kısıtlama getirir.
En yüce ilahî kavram olaraksa; evet, Tanrıdır.



Farklılaşma ve Evrenin Başlangıcı


Evrenin oluşumu ile ilgili olarak modern bilim, “Big Bang/Büyük Patlama” teorisini geliştirmiştir. Bu teori, evreni oluşturan maddenin, evrenin oluşmasından önce tek bir noktada toplanmış olduğunu belirtmektedir. Bu noktadaki basınç muazzam büyüklüktedir. Bir yıldızın, yeniden patlayarak bir super nova oluşturmasından önce kendi içine çökmesi ve çok küçük bir noktada düşünülemeyecek kadar yoğun bir madde oluşturarak patlaması gibi. Evren öncesi noktada yoğunluk ve basınç o kadar artmıştır ki, sonuç büyük bir patlamayı, “Big-Bang”i oluşturmuştur.

Tüm bunlar, galaksilerin, yıldızların ve diğer gök cisimlerinin birbirlerinden gittikçe uzaklaşmaları ve evrenin genişlemesi gerçeğine dayalıdır. Buraya kadar sağlam bir teori olarak görülmektedir ama, Teosofi çok daha fazlasını vermektedir.
Teosofi, kişiselleştirilmiş bir tanrı ya da yaratıcıyı değil; doğa ya da yaratılış yasalarına neden olan süreç ve prensiplerini öğretir. Yaratılışın başlangıcında ilahî bilinç potansiyelinin kendisini fiziksel boyutta ifade edebilmesi için birtakım “varlık”ların da görev aldıklarını ve bunların belirli bir hiyerarşi altında sınıflandırılmış olduklarını savunur. Çeşitli din ve inanışlar, bu varlıklara kendi anlayışlarına uygun olarak adlar vermişlerdir. Bu varlıklar, örneğin Kabala’da Elohim; Hristiyanlıkta Yedi Kutsal Ruh ve Başmelekler; Yunan mitolojisinde ise Olympus tanrıları olarak bilinmişlerdir.
Teosofi de; Mutlak Bir’den kaynaklanan doğa yasalarını uygulayarak fiziksel evrenin oluşturulmasında ve evriminin gözetilmesinde görev alacak ruhsal varlıklar ve güçlerin bulunduğuyla aynı fikirdedir. Ancak; evren öncesi, Mutlak Bir pasif durumdayken, ne bir bilinç, ne ışık ve ne madde vardır ortada. Bunların hepsi, bir potansiyel olarak Mutlak Bir’de saklı beklemektedir.
Evren öncesinde ruhsal varlıkların da yokluğu; bilemeyeceğimiz, tanımlayamayacağımız Mutlak Bir’in bir parçası ve O’nun içinde saklı oldukları içindir. Çelişki gibi görünse de, bir şeyin kayıp olması ve yine de hâlâ var olması düşüncesi Doğu felsefesine aykırı değildir. Doğada, kimyasal birleşimlerde örnekleri vardır. Örneğin; hidrojenin ve oksijenin su oluşturmak için birleşmelerinde. Bazıları, suyun ayrıştırıldığında yeniden ortaya çıktıkları için hiçbir zaman gerçekten yok olmadıklarını; bazıları ise hidrojen ve oksijenin artık başka bir maddeye dönüşerek yok olduğunu savunurlar. Oysa hangi şartlarda olurlarsa olsun, hidrojen ve oksijen her zaman var’dırlar.
..
..
..
..
..
..
..
..
 
İleride evrenin maddesini oluşturacak madde özü de, karanlık uzayda bulunmakta; fiziksel evrende var olmak için yaşam ya da ışık ışınının kendisine dokunmasını beklemektedir. Dzyan dizelerindeki tâbirle, “Anne Lotus henüz kabarmamıştır”. Yâni, evreni oluşturacak madde özü yumurtası henüz döllenmemiş, doğurmaya hazırlanmamıştır.
..
..
..
..
 
Evrende hiçbir şey, insanlar da dahil, sadece fiziksel yapıdan ibaret değildir. Her şeyin fiziksel yönü olduğu gibi, ruhsal yönü de vardır. Ruhsal yapıyla fiziksel yapı arasındaki bağ doğrudan değil, astral yapı denilen, malzeme olarak yoğunluğu normal şartlarda görülemeyecek derecede düşük ve fiziksel yapıyla aynı formda olan bir başka yapı ya da bedenle sağlanır. Astral boyut, fiziksel boyutla ruhsal boyut arasında bir geçiş boyutudur. İşte Lotus çiçeğinin çamura batmış olması fiziksel boyutu, suyun içerisinden geçen dalları astral boyutun varlığını ve çiçeğinin su üzerinde göklere doğru açılması da ruhsal boyutu sembolize eder.
Doğanın erkek ve dişi unsurlarını, ruh ve madde özlerini taşıdığı için Baba ve Anne olarak nitelendirilen uzay, henüz bu unsurları birleştirerek fiziksel evreni, Oğul’u oluşturmamıştır. Baba, Anne ve Oğul birliktedir, birdir.
Dünyadaki inanç sistemlerinin hemen tümünde var olan, “Bakire anneden doğan Tanrı oğlu” kavramının kökeni işte budur.
Evrenin şafağında, önce, bilinmeyen karanlıklar içinde kozmik öz maddeden oluşan görünmez giysilerine bürünüp uyumakta olan Mutlak Bir’de ve dolayısıyla uzayda titreşim başlar. Kozmik öz madde kabarır ve içeriden dışarıya doğru bir çiçeğin tomurcuğu gibi açılır. Bu açılma ya da genişleme boyut olarak büyüme anlamında değildir; çünkü sonsuzluk daha fazla genişleyemez. Açılma ile kastedilen, değişimdir.
Evren henüz oluşmaya başlamamıştır ama, karanlık uzay ve içerisinde gizli olan fiziksel madde cevheri artık bir evrene hayat vermeye hazırlanıyordur.
Titreşim tüm sonsuzluğu ve onun içindeki madde özünü de kapsar ve yine birçok inanışta “uyuyan suyun üzerinde nefes alan karanlık” olarak sembolize edilir.
(Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. İncil, Yaratılış Bölümü 1-2)
Titreşim ve tomurcuk gibi benzetmelerle anlatılmak istenen; hareketsiz uzayın artık kendisindeki bilinç ve madde özünü açığa çıkarmaya hazır olduğu ve bunu başlatacak ışınımı beklediğidir. Bu ışınım, Logos’tur. Teosofi öğretiminde çok sık kullanılan kavramlardan birisi olan Logos, çoğu zaman karmaşık ve yanlış değerlendirilmektedir. Yapılan en büyük hata, bu kavramın erkek bir kişi olarak ya da bir çeşit bireysel varlık olarak düşünülmesidir. Madam Blavatsky’nin öğretisi ve ezotorik felsefenin bilgeleri Logos’a farklı şekilde yaklaşırlar.
“Logos”, Yunan kökenli bir kelimedir ve konuşma, sözcük ve ses anlamlarında kullanılmaktadır. Teosofi açısından “Logos” sözcüğü pasif, sessiz ve saklı Mutlak Bir’in kendisini ifade etmesi olarak kullanılır.
Evrenin oluşturulması için logos/bilinç şarttır, çünkü mutlak ve değişmez yapısıyla Mutlak Bir’in herhangi bir şey oluşturması mümkün değildir. Aslında, bir evren oluşturulup oluşturulmaması da ilahî bir arzunun ya da bilinçli bir zekânın değil, otomatik olarak kendiliğinden devreye giren döngü ve evrim yasalarının sonucudur.
Kozmik bir bilgisayarın programlanmış olması gibi, evren de kendi yasası gereğince periyodik olarak defalarca oluşur, gelişir ve çözünerek yine Mutlak Bir’e döner.
Hristiyanların kutsal kitabında geçen “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla oldu, var olan hiçbir şey Onsuz olmadı. Yaşam Ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı- Yuhanna 1.” âyetlerindeki “Söz”, işte tam da bu Logos’tur. Teosofide Merkezî Ruhsal Güneş ya da Büyük Merkezî Güneş olarak da adlandırılan Evrensel Logos.
..
..
..
..
..
 
Birinci Logos’tan varoluş-öncesi madde özüne gelen ilk ışın, bu madde özünde farklılıklar yaratmaya başlar. Artık madde özü, Ether ya da Esîr dediğimiz; insanın beş duyu ile algılayamadığı; maddenin katı, sıvı ve gaz hâllerine göre yoğunluğu daha az, titreşimi daha fazla ve daha akışkan bir hâline dönüşmüştür. Birinci Logos uzay-zamanın dışındaki ışınımdır. Gizli, potansiyel ve ortaya çıkmamış Logos’tur.
Teosofinin öğretilerinde zaman zaman, ortaya çıkmamış birinci Logos’un, insanın en yüce unsuru olan Atman’la ve Mutlak Bir’le eşdeğer olduğu belirtilmektedir. İlk bakışta aykırı görünse de, başka bir şeyin açık bir göstergesi olduğu ima edilmektedir.
İkinci Logos, birinci logosun kendisidir ama ancak Üçüncü Logos’la kendisini gösterir. Çünkü bir yandan madde ve evren öncesi birinci Logos’a, diğer yandan maddeyle birleşecek Üçüncü Logos’a bağlıdır. Bir anlamda zaten tek olan Logos’un geçiş hâlidir. Hem evren öncesi ve hem de evrenin oluşması sonrasındaki ideal planları ve evrendeki her şeyin ilk örneklerini içeren Evrensel Akıl ve Kozmik Tasarım’dır. Birinci Logos, gizli potansiyel; İkinci Logos farklılaşmış bilinç, Üçüncü Logos ise kozmik kuvvetlerdir.
Üçüncü Logos, Ether’i kapsayan ışık ve yaşamdır. Sonsuzluğun içindeyken yeniden beliren zaman’dır. Teosofide Merkezî Ruhsal Güneş ya da Büyük Merkezî Güneş olarak tanımlanır. İşte bu merkezî güneşten, prizmadan yayılan ışınlar gibi yedi ışın, yedi güç ya da yedi kuvvet yayılır ve daha sonra sayısız ruhsal hiyerarşilere ayrılırlar. Üçüncü Logos, aslında bu yedi ışının sentezidir.
Kısaca, Mutlak Bir’in ışınımı olan Birinci Logos yumurtayı dölleyecek tek ışığı gönderdikten sonra yedi oğulla birlikte yeniden yayılmaktadır. Karışıklığa neden olabilecek fark şudur: Birinci Logos, Mutlak Bir’in, radyasyon gibi “ışımasıdır” ve ışınım, Mutlak Bir’le birliktedir. Oysa Mutlak Bir’den “yayılan” Üçüncü Logos, artık Mutlak Bir’le birlikte değildir, ayrılmıştır. Artık açığa çıkmamış Mutlak Bir’le değil, açığa çıkan madde ve evrenle ilgilidir.
Yedi ışın, evrensel Logos’un özünü taşır ve fiziksel evrendeki yedi ezoterik gücün toplamıdır. Ezoterik/Gizli sözcüğü karanlık ya da kötü anlamlarında değildir. Ancak, 20.yüzyılda Hristiyan Kilisesi, genel olarak ezoterizmi bir tehdit olarak görmeye başlamış ve onu kötülükle ve kara büyüyle eş saymıştır.
Sankristçede bu yedi gücün adları da sayılmakla birlikte bu isimlerin tümü de mistik, bilincin farklı durumlarını gösteren isimlerdir.
Yedi ışının renkleri doğanın yedi ana rengiyle uyum içerisindedir ve bu renkler, insan vücudunun yedi çakrası ile de ilgilidir. Her bir çakra, yedi ışının birisinin yoğunlaştığı organı gösterir.
İnsanlıkla önemli ve doğrudan bağlantıları ele alındığında bunlar, ruhsal/ilahî varlıkların (Dhyan-Chohanlar/Başmelekler) yedi hiyerarşisini ifade eder ve güneş sistemi içindeki yedi kutsal gezegeni yönetirler. Belirli yedi gezegenin kutsal gezegen sayılması, gezegenimiz için taşıdıkları özel önem ve bu gezegenlerden sorumlu ruhsal varlıkların bizim gezegenimizden sorumlu ruhsal varlıktan derece olarak daha üstün olmaları nedeniyledir. Kutsal sayılan bu yedi gezegen (Gökküre), Güneş, Venüs, Merkür, Mars, Jüpiter, Satürn ve Ay’dır.
Gizli Öğreti’de Dhyani-Buddha olarak adlandırılan bu yedi güç, dinlerdeki Kumara, Başmelek ya da Elohim’le aynı kavramlardır.
Evrenin tümü, neredeyse sonsuz denilebilecek kadar değişik hiyerarşiden oluşan ruhsal varlıklar tarafından yönlendirilir ve kontrol edilir. Varlıkların hiyerarşisinde her grubun çalışması, sorumluluk ve görev alanı bir üst grup tarafından belirlenir.
Bu varlıkların her biri, ya bir önceki evrensel döngüde ya da içinde bulunduğumuz evrensel döngüde mükemmelliğe ulaşmış olan insanlardır. Onlar, tamamen dünyasal özellikler olan kişilik duygusundan ve insanın duygusal yapısından arınmışlardır. Mükemmel insanların artık o tür duyguları yoktur. Çünkü ruhlarına yük olan etten kemikten bedenleri artık yoktur ve fiziksel dünyanın yanılsamasından daha az etkilenmektedirler.
Bu aşamada, kozmik tasarım anlamındaki Logos ve daha sonra madde olacak kozmik öz birbirlerine bağımlıdırlar ve Ether olarak adlandırsak bile, bizler için soyut kavramlardır. Çünkü henüz ortaya çıkmamış maddenin ne olduğunu kavrayabilmemiz mümkün değildir. Maddeye dokunduğumuz zaman, onu oluşturan homojen, yapısı değişmeyen öze de dokunur ama hissedemeyiz, koklar ama onun orada olduğunu anlayamayız.
Üçüncü Logos’la birlikte, ileride oluşacak evrenin tasarımı ve fiziksel maddenin özü hazırdır ama herhangi bir değişim, oluşum yoktur. Çünkü tasarım ve maddeyi birleştirecek güç yoktur. Evren-öncesi tasarımın bireysel bilinçlerin tümünün kökeni olduğu gibi, maddeyi oluşturacak öz de tüm maddenin temelidir.
Fiziksel evrenin var oluşu için, birbirlerine zıt olan bu iki unsurun birleştirilmesi gereklidir. Madde özünden ayrı olarak, tasarım ya da Logos’un kendi bilinci olamaz; çünkü bilinç kendisini ancak madde aracılığıyla tanıyarak “Ben, ben’im” diyebilir. Bilinç olmadan madde özü de boş, soyut bir kavram olarak kalacaktır. Fiziksel evreni oluşturmak için bu ikilinin etkileşimi olması gerekir.
Özne ve nesne, ruh ve madde arasındaki ilişkiyi sağlayacak, bir anlamda ikisi arasında köprü olacak şey, bilinçli kozmik enerji olan Fohat’tır. Kozmik tasarımın dinamik enerjisi. Bu, ruh ve madde arasındaki bağlantıyı sağlayarak her atomu harekete geçiren mistik enerjidir.
Evren birdenbire tamamlanmış olarak ortaya çıkmaz. Evrenin ortaya çıkması, çok hassas ve dikkatli evrim süreçlerinden sonra gerçekleşir. Varoluş, Evrensel Logos’un kendi içinden yaydığı Fohat’ın yardımını gerektirir. Logos evrenin ve içerdiği her şeyin ışığı ve yaşamı, bir anlamda “bedenidir” ama, onu harekete geçiren; doğası ve eylemleri ancak Evrensel Elektrik olarak tanımlanabilen Fohat’tır.
Fohat’tan, Logos’un Işığı ya da Akıl’dan doğan ışık olarak da söz edilir. Oğulun Oğlu diye de adlandırılır. Çünkü Logos’un ışığından kaynaklanan bir enerjidir. İlahî Oğul olan Logos ortaya çıktığı zaman Fohat da ortaya çıkar ve madde özünü atomlar hâline getirerek toplar ve birleştirir.
Fohat’ın makro düzeyde dünyamızla ilgili ilginç bir özelliği; kuzey ve güney kutuplarının, kozmik ve dünyasal yaşam ve elektrik merkezlerinin depolanıp dağıtıldığı yerler olmasıdır. Aurora Borealis denilen Kuzey Kutbu Işıkları ve Aurora Australis denilen Güney Kutbu Işıkları da Fohat enerjisiyle doğrudan ilgilidir.
Logos’un ışınıyla aydınlanan uzay karanlığı artık aydınlanmış; uzay çok düşük yoğunluklu Ether olmuştur. İlkel madde özü soğuk, renksiz, şekilsiz ve tatsızdır. Ama o homojen madde, ileride evrenin temel elementleri olacaktır. Henüz, gaz halindedir. İlkel madde özünü içeren bu gaz, ezoterik felsefede para-hidrojenik (hidrojen ötesi), para- oksijenik ve ozonik durumdadır.
 
..
..
..
..
..
..
..
 
Evrenin oluşmasından önceki dönemi özetlersek :
1- Karanlık uzayda Mutlak Bir kozmik maddenin özüne bürünmüş olarak “uyumaktadır. Bilinç, madde özü, ruhsal ve fiziksel her şeyin kökenini içinde taşımakta ama bunların hepsi de hareketsiz, pasif durumdadır.
2- Zamanı gelince “uyanarak”, ışımaya başlar. Işınımı Birinci Logos’tur. Karanlık uzay aydınlanmıştır.
3- Birinci Logos, kendi içinden bir ışını ait olduğu uzaydaki ebedî yumurtaya göndererek onu döller. Aynı Logos, Üçüncü Logos olarak bu kez, daha sonra sayısız ruhsal hiyerarşiye ayrılacak yedi yüce güçle uzaya yayılır.
4- Üçüncü Logos, madde özüne de canlılık vererek Esîr ya da Etheri oluşturmuştur ama, henüz hareket yoktur.
5- Üçüncü Logos, Kozmik Yaşam Enerjisi olan Fohat’ı doğurur.
6- Kozmik Yaşam Enerjisi (Fohat), üst düzey ruhsal varlıklarda bulunan kozmik tasarıma uygun olarak, kıvılcımlarla maddenin özünü tetikleyecek ve maddeyi oluşturacak konumdadır.
7- Gelinen bu nokta, evrenin “Sıfır Noktası”dır. Sıfır noktası, eski simyacıların da kullandığı bir kavramdır ve görünmeyen, bilinmeyen maddenin ortaya çıktığı zamandır.
8- Mutlak Bir’in, uyandığında ışımaktan ve daha sonra kozmik tasarımı ve doğa yasalarını vererek yedi yüce ışın yaymaktan başka hiçbir eylemi olmamıştır. Sıfır noktasından sonra da evrene doğrudan hiçbir müdahalesi olmayacaktır.
Evrenin başlatılmasında ve evrenin oluşturulmasında, hiçbir zaman “yoktan var etme” anlamında bir yaratma söz konusu değildir. Sadece içten dışarıya doğru dönüşme ve çıkarma vardır.
Yukarıda “Ruhsal varlıklar” tâbirinde olduğu gibi, belirli güçlerin “varlık” olarak tanımlanması, bazı Doğu inanışlarında varlık olarak kabul edilmelerinden ve anlatımda kolaylık sağlamasından kaynaklanmaktadır. Yoksa, ruhsal varlıklar, insansı ve bireysel kavramları değil, bir bilinç, güç ve enerji grubunu temsil ederler.
Evrenin oluşmaya başlaması ve genişlemesi, ilk maddeye ateşin nefesinin değmesi olarak sembolize edilir. Buradaki ateş, ağzından ateşler çıkaran ejderhaya benzetilen Kozmik Yaşam Enerjisi Fohat’tır. Kozmik Yaşam Enerjisi, ilk maddeye enerji ve ısı vererek onu atomlar haline getirir; kendi hareketine paralel olarak onları da spiral bir hareketle dağıtır ve nebulayı oluşturur. Nebulanın sürekli olarak spriral bir şekilde dönmesi, kozmik maddenin merkezî bir kütle etrafında toplanmasına ve galaksilerin, yıldızların ve gezegenlerin oluşmasına yol açar.
- Madde özünden nebulaya, galaksilere, yıldızlara, gezegenlere, elementlere, mineral, bitki, hayvan ve insanlara kadar uzanan oluşum süreci tamamen doğa yasalarına göre işler.
- Doğa yasaları, doğrudan Logos’un ve dolayısıyla Mutlak Bir’in değişmez yasalarıdır.


Ruhsal Varlıklar Hiyerarşisi

Gizli Öğreti’nin tek tanrılı dinlerden ayrıldığı en önemli konu, evrenin yaratılmasında her şeyi doğrudan kendisi yapan bir tanrı kavramının olmayışıdır. Batı dinlerindeki kişiselleştirilmiş ve insansı niteliklerle donatılmış Tanrı, kendisinden başka şeyleri “yaratır” ama yine en yüce kutsal güç olan Mutlak Bir, doğrudan kendisi yaratmaz.
Gizli Öğreti’de fiziksel evren yaratılmaz, ortaya çıkarılır. “Yoktan var etmek” ya da “yaratmak” sözcüklerini kullanmak mümkün değildir. Yoktan var etme kavramı, gerek Batı ve gerekse Doğu inanışlarında “görünmeyen şeyleri görünür hâle getirmek” ya da “zaten var olan şeylerin niteliğini değiştirmek” olarak algılanmalıdır. Çünkü, Mutlak Bir, görünmez ve görünür her şeyi kapsar ve hiçbir zaman kendisinden başka bir şey yoktur. Yaratılış ya da var etme, Mutlak Bir’in pasif döneminde kendisinde saklı olan bilinç ve maddenin aktif döneminde bir evren olarak ortaya çıkarılmasıdır.
İkinci farklılık, Gizli Öğreti’deki ruhsal hiyerarşinin asla bireysel, insansı karakterler taşımadığıdır.
Ruhsal hiyerarşi, Evrensel Aklın eyleme geçme araçlarıdır. Ruhsal hiyerarşideki yapılanmada, her grup diğerinden ayrıdır; eylem özgürlükleri ve sorumlulukları belirli kısıtlamalara tâbidir. Her grup kendisinin bir üst sınıfına bağlıdır ve kendisi de alt gruplardan oluşur.
Hiyerarşideki her grup tek yüce enerjinin aktif görünüşüdür. Bunlar, evreni tasarlayan, şekillendiren ve inşa edenlerdir ve tek yasayı, Mutlak Bir’den kaynaklanan doğa yasasını uygularlar.
Kozmik Tasarım (Logos) evrenin tasarımını önceden vermekte ama oluşturulacak evrenin bir taşına bile kendisi dokunmamaktadır. Evrenin oluşturulması tamamen, akıllı ruhsal güç ve kuvvetlerin işidir. Burada da, tek bir yaratıcı değil, ruhsal varlıkların ve güçlerin oluşturduğu bir grup söz konusudur. Bu varlıkların her biri, ya bir önceki evrensel döngüde ya da içinde bulunduğumuz evrensel döngüde mükemmelliğe ulaşmış olan insanlardır.
Yaratıcı gücün sayısız askerlerden oluşan bir orduya benzemesi ve Hindularda olduğu gibi bunların her birinden Tanrı olarak söz edilmesi, Doğu felsefesinde tek ve üstün bir tanrının inkâr edildiği anlamına gelmemelidir. Tek ve üstün tanrı anlamında kullanılan Mutlak Bir’le yaratıcı güç olarak görev yapan melekler arasındaki fark; Mutlak Varlığın bir anlamda “yaratıcıları yaratan”, başmeleklerin ise “yaratılan yaratıcılar” olmalarıdır.
Mutlak Bir, sonsuzdur ve şekillendirilmemiştir. Yaratamaz; çünkü sonlu ve şekillendirilmişlerle ilişkisi olamaz. Eğer güneşlerden ve gezegenlerden bir bitkinin yaprağına ve bir toz tanesine kadar gördüğümüz her şey mutlak bir mükemmeliyetlik tarafından yaratılmış olsaydı, yaratılan her şey de yaratıcısı gibi mükemmel olurdu. Oysa doğada milyonlar ve milyarlarca kusurlu ve eksik şeyler bulunması; bunların, adları ne olursa olsun, ister başmelek isterse melek, mükemmel olmayan yaratıcılar tarafından yaratıldıklarının kanıtıdır.
Yaratıcı güçlerin hiyerarşisi, 12 burç işaretiyle temsil edilen 12 Yüce Makam’ın altında, yedi gezegenle bağlantılı yedili ruhsal yapılardır. Bunların tümü, sayısız ölçüde ruhsal ve eterik varlık gruplarına bölünmüşlerdir.
Evrende sayısız ölçüde “Yazıcı’lar-Lipika”, Gezegensel Ruhlar, Yapı Ustaları ve Mimarlar vardır. Gizli Öğreti, Yazıcılar konusunda sadece, görevlerinin; Astral Işık da denilen “ebediyetin resim galerisi”ne; evrendeki her eylemin, hatta her düşüncenin; geçmişte ve şimdi olan ve gelecekte olacak her şeyin kaydını yapmak olduğunu ve bu konuda fazla bilgi verilemeyeceğini belirtmektedi

(Levh-i Mahfuz?)


Yazıcı’lar, aynı zamanda karma yasasının kayıtlarını tutmak ve maddeyle Logos arasında geçilmesi imkansız bir bariyer olan ve Madam Blavatsky tarafından “Bizimle ol” olarak adlandırılan çemberi oluşturmak ve korumakla görevlidirler. Fiziksel evrenin çözünerek son bulacağı, yeniden Logos’a ve kaynağı olan Mutlak Bir’e döneceği zamana kadar bu çember; Yazıcı’lar hariç hiçbir varlık tarafından geçilemez. Blavatsky’nin “bizimle ol” olarak ifade ettiği geri dönüş zamanı, birçok dinde “Hüküm Günü” ya da “Kıyamet Günü” olarak adlandırılır. İnsanlık için, ileride anlatılacak karma yasasına göre, bir yanılsama olarak nitelendiren fiziksel evrenle ilgili duygu, arzu ve kötülüklerden arınmadıkça, evrensel ruhla birleşilemeyeceği anlamında da değerlendirilebilir.
Evren, “Yapı ustaları” ve “Mimarlar” dan oluşan hiyerarşik varlıklar tarafından yaratılmış, daha doğrusu evrimleştirilmiştir. Yapı Ustaları eşyaya form verenlerdir. Aynı sözcük, hem Evrenin ve hem de bizim Dünya Zinciri gibi küçük gök cisimlerinin yapı ustaları için eşitlikle kullanılır.
Yapı Ustaları sınıfı Yunancadan gelen Kosmokratores olarak da adlandırılır. Evrensel Tasarıma uygun olarak maddeye şekil verirler. Masonlar tarafından “Evrenin Ulu Mimarı” olarak adlandırılan Yapı Ustaları, İncil’de kötü güç olarak değerlendirilse de teosofide güneş sistemimizi ve fiziksel dünyamızı inşa edenlerden bir üst düzeyde olan Lord’lardır.
Yapı Ustaları üç gruba ayrılır: Birincisi; Mutlak Varlığın uyanmasından hemen sonra evreni yeniden inşa eden, ikincisi Dünya Zincirini inşa eden ve üçüncüsü de insanlığın atası olan gruptur.
Yapı Ustaları’nı ifade eden kavramlar eski çağlardan bu yana, çeşitli dinlerce de kullanılmıştır. Osiris, Brahma, Elohim, Hürmüz vs. gibi.
Yapı Ustaları’na, aynı zamanda “Gezegensel Ruhlar”da denilir. Gezegensel Ruhlar, esas olarak herhangi bir gezegeni yöneten ve hükümranlık eden ruhlardır. En üst düzey gezegensel ruhlar, aslında o gezegenin kişiselleştirilmiş “Tanrı”larıdır; ama sadece o gezegen için, tüm evren için değil.
..
..
..
..
..
..
..
6. ve 7. Grup: Altıncı ve Yedinci grup ruhsal varlıklar en alt düzey varlıklardır. Elemental ya da İlkeller olarak adlandırılırlar. Özellikle altıncı grup varlıklar, insan bedeninden neredeyse hiç ayrılamazlar. Bunlardan bir sınıf; insanın yedi unsurundan, fiziksel beden dışında kalan altısını taşırlar.
İlkel ruhsal varlıkların, hatalı olarak; genellikle insan görünüşlü, iletişim kurulmasında fayda görülen doğa ruhları oldukları düşünülür. Oysa İlkeller, akılları, duygusal karakter ve eğilimleri olmayan ama insan düşüncesi tarafından yönlendirilebilen ve herhangi bir formda, belirli bir dereceye kadar akıl kazanan varlıklardır. En basit formlarında kolaylıkla görülemeyecek kadar şeffaftırlar; havada yüzer gibi dolaşır ve arkalarında sıcak bir sobanın üzerindeki hava gibi titreşim bırakırlar.
Hareketleri insan düşüncesinin yanında; varlıklar arasındaki farklı titreşimler, manyetik alandaki değişmeler, ayın ve yılın etkileri ve ses değişimlerinden de etkilenir. Her düşünce, hemen bir İlkel’le birleşir ve artık insanın inisiyatifinden çıkar. Hareketsiz ve akılsız enerji insanın düşüncesiyle harekete geçirilir ve bir anlamda, her düşünce bir ilkel varlık “yaratır”. Süresi iki şeye bağlıdır: Kişinin istek ve düşüncesinin gücüne ve o düşünceyle birleşen ilkel varlığın ait olduğu sınıfa.
Teosofide İlkel Varlıklar olarak adlandırılan bu varlıklar, Batı kültür ve mitolojisinde cinler, periler, doğa ruhları vs. gibi adlarla tanınırlar.
Düşüncelerimiz, iyi ya da kötü olsunlar; bu ilkel varlıklar yardımıyla bir yerden bir başka yere taşınırlar. Bazıları, bir bedene bağlı olsun ya da olmasın, astral boyuttaki kalıntılara da bağlanabilirler.
İlkeller, her şeyle ilgilidirler ve Doğa’nın sinir sistemi gibidirler. Teosofide kullanılan Doğa sözcüğü, sadece etrafımızda gördüğümüz ağaçlar, tarlalar, nehirler ve bunun gibi fiziksel doğayı değil; görünmeyen unsurları da içerir. Teosofide daha geniş kapsamlı olarak kullanılan Doğa, panteizmdeki yanlış anlamaya yol açar. Asıl panteizm, fiziksel doğaya tapmak değil; evrenin ve içindeki her şeyin tek ve ilahî bir bütünlük olduğunun kabulüdür. Esasen Yunancada “Pan-Theos” sözcüğü de “İlahî Bütünlük”, “Her Şeyin Kutsallığı” anlamlarındadır.
Düşünce, arzu ve hayâl etme, varoluşun en önemli gücüdür; sadece metafizik olarak değil, aynı zamanda günlük fiziksel düzeyde de. İncil, “İnsan düşündüğüdür.23:7”; Buddha da “Bizler dünyayı düşüncelerimizle yaratırız.” der. İnsanın her düşüncesi –her sözcüğü ve her hareketi dahil-, Teosofinin Astral Işık dediği; dünyamızı saran atmosfere yazılır. Astral Işığa bir kez yazılınca, orada kalır ve şimdiden geleceğe kadar birilerinin bilinçli ya da bilinçsizce onu almasına yol açar. Bu, sürekli olan bir şeydir ve Astral Işığın insanlar üzerinde etkisi çok büyüktür. Eğer buna inanırsak, Astral Işığı kötü düşüncelerle doldurmanın da ne kadar tehlikeli olduğunu anlarız.
Elemental denilen ilkel varlıklar, “ilkellerin dünyası” olan astral boyutla, insanların karmasının ilişkisini sağlarlar. Astral ışık, insanların tüm düşüncelerini, arzu ve hareketlerini sadece kayıt etmekle kalmaz, aynı zamanda gerisin geriye, tüm insanlığa yansıtır. Bir bakıma, astral ışık bir fotoğrafçıya benzer ama çektiği fotoğraf ikilidir; birinde fiziksel davranışların resmi, diğerinde onu doğuran düşüncenin resmi vardır.
Düşüncelerimizin bu kadar ciddi sonuçlar doğurabilmesine rağmen, gizli tutulan bazı sınıfları haricinde ilkellerle doğrudan iletişim sağlayamayız. Çünkü onlar kişisel ya da bağımsız akıllı varlık değillerdir; sadece otomatik olarak, insan düşüncelerini körü körüne yansıtan enerji merkezleridir.
Onlarla ses ve renklerin titreşimleri vasıtasıyla iletişim kurulabilir ama bunun sadece birkaç bilge tarafından bilinen yöntemleri, insanlığın kendi emniyeti için gizli tutulmaktadır.
.
Gizli Öğreti, evrende ayrıcalıklı hiçbir varlık bulunmadığını ifade eder; hem ruhsal ve hem de fiziksel olarak. “Koruyucu melekler” de yoktur. Bireysel hiçbir ruhsal varlığın kendisine ait insansı nitelikleri yoktur; çünkü çağlar önce insana ait niteliklerden sıyrılabildikleri için ruhsal varlıklar olmuşlardır. Bu bakımdan, hiçbirisi, “Şu kişi sıkıntıda, yardım edeyim.” ya da “Bu kişi bir meleğin kendisine yardım etmesi için dua ediyor; dualarına karşılık vereyim ve istediğini vereyim.” diye düşünemez.
Bizi kollayıp koruyan, bireysel karma’mızın izin verdiği ölçüde kendi Yüksek Benliğimizdir.
Madam Blavatsky’nin Gizli Öğreti’sinde dikkati çeken noktalardan biri, tek tanrılı dinlerdeki başmelekler gibi kişiselleştirilmeyen r.
..
..
..
..
..
..
Ruhsal varlıkların belirli güç ve kuvvet grupları olarak değerlendirilmesi ve bu yüzden, “Cebrail, İsrafil…” gibi özel adlar verilmemesidir. İkinci nokta da, kötülüğü sembolize eden Şeytan gibi bağımsız bir meleğin söz konusu edilmediğidir.
Demon est Deus Invertus

Demon est Deus Invertus
Tam çevirisi olmasa da, bu eski ve sembolik cümlenin anlatmaya çalıştığı şudur: Şeytan, Tanrı’nın tersten görünüşüdür. Bir cismin, aynadaki ters aksi gibi.
Gizli Öğreti, doğadaki olguların eşitliği ve dengesi için karşıt bir güç olması gerektiğini savunur. Gölgenin ışığı daha da parlak gösterdiği, gecenin gündüzü daha da rahatlatıcı yaptığı, soğuğun insanların sıcaktan daha çok zevk almalarını sağladığı gibi. Şeytan yoktur. Homojenlik tektir ve bölünemez. Ama eğer homojen Mutlak Bir, ikili yönüyle aynı zamanda heterojen olarak da düşünülürse, kendisinin içinde hem iyilik ve hem de kötülük bulunduruyor demektir. Eğer Tanrı; mutlak, sınırsız, doğadaki ve evrendeki her şeyin kökeni ise, kötülük ya da Şeytan nereden gelecektir?
O zaman, ya iyilik ve kötülüğün aynı kaynaktan geldiğini ya da tersi, iyi ve kötü olarak iki ayrı Mutlak Bir olduğunu kabul etmemiz gerekecektir.
Başlangıçta iyi ve kötünün birbirlerinin ikizi olduğu düşünülüyordu. Soyut kavramlar olan iyi ve kötü en doğal ve periyodik kozmik olgularla ilişkilendirildi. Gündüz ve gece, Güneş ve Ay. Daha sonra Güneş ve Ay birbirlerine karşıt ilahî varlıklar olarak değerlendirildi ve Karanlığın Ejderhasının Işığın Ejderhasıyla savaştığı söylendi.

Şeytan’ın insanlar tarafından “yaşayan kişisel bir tanrı” olarak yaratılması; zulüm, adaletsizlik ve kötülükler için bir günah keçisi bulma amacıyladır.
İyi ve kötünün ayrılması, Osiris ve Typhon’a, Hürmüz ve Ehriman’a, Habil ve Kabil’e ve karşıtlık taşıyan her şeye uzandı. Gerçekte Şeytan, doğadaki karşıt bir güç; tepki, zıtlık ve çelişkidir ve bazıları için iyi, bazıları için kötüdür. Eğer Şeytan kaybolursa, iyilik de onunla birlikte yok olacaktır.
Kötülük ve farklı yönleri Madde’nin otomatik ürünü ve sonucudur. Kötülük “mükemmel olmamak”tır, çünkü mükemmel olmak sadece saf ruha aittir.
..
..
..
..
..
..